30 Nisan 2014 Çarşamba

Cascando / Samuel Beckett

CASCANDO

1

why not merely the despaired of
occasion of
wordshed

is it not better abort than be barren

the hours after you are gone are so leaden
they will always start dragging too soon
the grapples clawing blindly the bed of want
bringing up the bones the old loves
sockets filled once with eyes like yours
all always is it better too soon than never
the black want splashing their faces
saying again nine days never floated the loved
nor nine months
nor nine lives

2

saying again
if you do not teach me I shall not learn
saying again there is a last
even of last times
last times of begging
last times of loving
of knowing not knowing pretending
a last even of last times of saying
if you do not love me I shall not be loved
if I do not love you I shall not love

the churn of stale words in the heart again
love love love thud of the old plunger
pestling the unalterable
whey of words

terrified again
of not loving
of loving and not you
of being loved and not by you
of knowing not knowing pretending
pretending

I and all the others that will love you
if they love you

3

unless they love you

(1936)

Samuel Beckett - (Echo's Bones)





CASCANDO

1

por qué no simplemente la desesperanza de
ocasión de
derramar palabras.

¿no es mejor abortar que ser estéril?

las horas luego de que te fuiste son tan tristes
comienzan siempre arrastrando tan pronto
las uñas desgarrando a ciegas el lecho del deseo
trayendo los huesos de viejos amores
huecos llenos una vez con ojos como los tuyos
todo siempre es mejor temprano que nunca
la ennegrecida necesidad salpicando sus rostros
diciendo otra vez por nueve días no flotó el amado
tampoco nueve meses
tampoco nueve vidas

2

diciendo otra vez
si no me enseñas no aprenderé
diciendo otra vez hay una última
incluso para la última vez
última vez para pedir
última vez para el amor
para saber no saber simular
una última incluso para la última vez de decir
si no me amas nunca seré amado
si no te amo ya no amaré nunca

un batir de palabras gastadas en el corazón otra vez
amor amor golpe de antiguo émbolo
moliendo el suero
inalterable de las palabras

aterrado de nuevo
por no amar
por amar pero no a ti
por ser amado y no por ti
por saber no saber simular
simular

yo y todos los otros que te amarán
si te aman

3

a menos que te amen

(1936)

Samuel Beckett - (Los Huesos De Eco)





CASCANDO

1

neden sadece halinden
ümit kesilsin
sözcük barınaklarının

düşük yapmak kısır olmaktan daha iyi değil mi

sen gittikten sonra saatler öyle ağır ki
hemen hep sürüklemeye başlayacak
arzunun yatağını kör gibi tırmalayan pençeler
eski aşklar büyütünce kemikleri
seninkiler gibi gözle dolmaya görsün yuvalar
hemen olması hiç olmamasından daha iyi değil mi
yüzlerine sıçrayan karanlık arzu tekrar söylüyor
dokuz gün asla yüzdüremedi batan aşkı
ne de dokuz ay
ne de dokuz ömür

2

tekrar söylüyorum
öğretmezsen öğrenemem
tekrar söylüyorum bir son var
son defanın bile sonu
yalvarmanın son seferi
sevmenin son seferi
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin
söylemenin son seferinin bile bir sonu var
beni sevmezsen sevilemem
seni sevmezsem sevemem

bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkansız sözcükler

korkutuyor gene
sevmemek
sevmek ve seni değil
seviliyor olmak ve senin tarafından değil
rol yapmayı
rol yapmayı bilmemeyi bilmek

ben ve seni sevecek olan diğerleri
severlerse seni

3

sevmezlerse seni

(1936)

Samuel Beckett - (Yankının Kemikleri)

Çeviren: Suat Kemal Angı


Unknown photographer

29 Nisan 2014 Salı

Ta chevelure d'oranges / Paul Éluard

TA CHEVELURE D'ORANGES

Ta chevelure d'oranges dans le vide du monde
Dans le vide des vitres lourdes de silence
Et d'ombre où mes mains nues cherchent tous tes reflets.

La forme de ton cœur est chimérique
Et ton amour ressemble à mon désir perdu.
O soupirs d'ambre, rêves, regards.

Mais tu n'as pas toujours été avec moi. Ma mémoire
Est encore obscurcie de t'avoir vu venir
Et partir. Le temps se sert de mots comme l'amour.

Paul Éluard





YOUR ORANGE HAIR

Your orange hair in the void of the world
In the void of these heavy panes of silence
Shade where my bare hands seek your image.

The shape of your heart is chimerical
And your love resembles my lost desire.
O sighs of amber, dreams, glances.

But you were not always here. My memory
Is still obscured by seeing your coming
And going. Time consumes words, like love.

Paul Éluard





TU CABELLERA DE NARANJAS

Tu cabellera de naranjas en el vacío del mundo
En el vacío de los pesados cristales llenos de silencio
y de sombra donde mis manos buscan todos tus reflejos.

La forma de tu corazón es quimérica
Y tu amor se parece a mi deseo perdido.
Oh suspiros de ámbar, sueños, miradas.

Pero tu no siempre has estado conmigo. Mi memoria
está aún nublada por tu llegada
Y por tu partida. El tiempo se sirve de palabras como el amor.

Paul Éluard





QUEI TUOI CAPELLI D'ARANCE

Quei tuoi capelli d'arance nel vuoto del mondo,
nel vuoto dei vetri grevi di silenzio e
d'ombra ove a mani nude cerco ogni tuo riflesso,

Chimerica è la forma del tuo cuore
e al mio desiderio perduto il tuo amore somiglia.
O sospiri di ambra, sogni, sguardi.

Ma non sempre sei stata con me, tu. La memoria
m’è oscurata ancora d’averti vista giungere
e sparire. Ha parole il tempo, come l’amore.

Paul Éluard





SENİN PORTAKAL SAÇIN

Senin portakal saçın dünyanın boşluğunda
Ellerimin senden yansılar arayıp durduğu karanlıkla
Ve sessizlikle ağır camların boşluğunda

Yüreğinin biçimi düşsel
Ve yitmiş isteğime benziyor sevgin
Ey amber iç çekişler, düşler, bakışlar

Ama hep yanımda olmadın sen. Belleğim
hala karanlıktır gidip gelişlerini görmekten
senin. Zaman aşk gibi kullanıyor sözcükleri

Paul Éluard

Çeviri: Sait Maden


Ludmila, by Petrova Julian

25 Nisan 2014 Cuma

Hermosa / İlhan Berk

HERMOSA

Hermosa,
tu cuerpo es mi lugar de exilio
(Aquella hierba grisácea, querido lino)
Allí el cielo, los soles, la historia
El tabaco de tu pelo y tu cuello
Allí el pálido atlas de tu boca
Toda la geografía.

Yo que soy un hundido, un perdido, una chatarra
La aceituna resignada de nuestro siglo
El recuerdo de un bosque,
en sus dientes de leche.

Ofrenda

Estés donde estés ese lugar me cuenta
Hermosa,
el río profundo, sereno de tu cuerpo.

İlhan Berk - (Río Hermoso)

Traducción Mukadder Yaycioglu y Clara Janés

http://www.adamar.org/archivo/ii_epoca/num8/v2.html





GÜZEL

Güzel,
gövden sürgünlüğümdür benim
(O kırçıl ot, sevgili keten)
Orda gök, güneşler, tarih
Tütünü saçlarının ve boynunun
Orda ağzının soluk atlası
Bütün coğrafya.

Ben ki bir batığım, yitik, hurda
Boynu bükük zeytini yüzyılımızın
Anısı bir ormanın,
süt dişlerinde.

Sunu

Nerde olursan ol orayı anlatır bana
Güzel,
gövdenin durgun, derin ırmağı

İlhan Berk - (Güzel Irmak)


Photodom Viarp For Hexes




The Unbearable Lightness of Being / Milan Kundera

"He knew that these days turning out the light before making love was considered laughable, and so he always left a small lamp burning over the bed. At the moment he penetrated Sabina, however, he closed his eyes. The pleasure suffusing his body called for darkness. That darkness was pure, perfect, thoughtless, visionless; that darkness was without end, without borders; that darkness was the infinite we each carry within us. (Yes, if you're looking for infinity, just close your eyes!)

But the larger a man grows in his own inner darkness, the more his outer form diminishes. A man with closed eyes is a wreck of a man. Then, Sabina found the sight of Franz distasteful, and to avoid looking at him she too closed her eyes. But for her, darkness did not mean infinity; for her, it meant a disagreement with what she saw, the negation of what was seen, the refusal to see."

Milan Kundera - (The Unbearable Lightness of Being)





"Al igual que la luz, le atrae la oscuridad. Sabe que en nuestro tiempo se considera ridículo apagar la luz mientras se hace el amor y por eso deja encendida una pequeña lámpara encima de la cama. Pero cuando penetra a Sabina, cierra los ojos. El gozo que le inunda requiere oscuridad. Esa oscuridad es pura, limpia, sin imágenes ni visiones, esa oscuridad no tiene final, no tiene fronteras, esa oscuridad es el infinito que cada uno de nosotros lleva dentro de sí. (¡En efecto, quien busque el infinito, que cierre los ojos!)

Pero cuanto mayor se vuelve un hombre en su oscuridad interior, más disminuye en su apariencia externa. Un hombre con los ojos cerrados es una ruina de hombre. A Sabina le desagrada esa visión, no quiere mirar a Franz y por eso cierra también los ojos. Pero esa oscuridad no significa para ella el infinito, sino simplemente la disconformidad con lo que se ve, la negación de lo visto, el rechazo a ver."

Milan Kundera - (La insoportable levedad del ser)





"Günümüzde sevişmeden önce ışığı söndürmenin gülünecek bir davranış olduğunu biliyor ve bu nedenle de yatağın başucundaki küçük lambayı hep yanık bırakıyordu. Oysa Sabina'nın içine girdiği an gözlerini kapıyordu. Tüm bedenini kaplayan zevk, karanlığı gerektiriyordu, o karanlık anı, kusursuz, düşüncesiz, görüntüsüzdü; o karanlık sonsuz, sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı sonsuzdu. (Evet, istediğin sonsuzluksa kapatıver gözlerini!)

Ama insan kendi içindeki karanlıkta büyüdükçe, dış çizgileri küçülür, kaybolur. Gözleri kapalı adam, adam enkazıdır. Derken Sabina, Franz'ın görünüşünü gitgide daha sevimsiz bulmaya başladı ve ona bakmaktan kaçınmak üzere o da gözlerini kapadı. Ama onun için, karanlık sonsuzluk demek değildi; onun için, gördüğü şeyle uyuşmamak, gördüğü şeyin olumsuzlanması, görmeyi reddetmekti."

Milan Kundera - (Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği)


The Unbearable Lightness of Being (1988) - A scene from the movie.


24 Nisan 2014 Perşembe

Thomas Bernhard interviewed by André Müller

ANDRÉ MÜLLER: Have you so far ever attempted to take your own life?

THOMAS BERNHARD: When I was a child I tried to hang myself, but the cord broke.

ANDRÉ MÜLLER: How old were you then?

THOMAS BERNHARD: I was seven, eight years old then.  And later I was out taking a walk with my grandfather, we were living in Traunstein at the time, and the whole time we were walking, I was swallowing sleeping tablets, and all of a sudden I didn’t feel so well, I said I had to go home, this was about thirty kilometers from the city, and I ran away and actually all the way home, and I was bedridden for the next four days, vomiting nonstop, because there was nothing left in my stomach.  I must have been about ten years old then.

ANDRÉ MÜLLER: And what happened afterwards?

THOMAS BERNHARD: Afterwar ds I was cussed at for being a prima donna-ish [little] brat, who [always] had to be making a scene and was bringing [nothing but] bad luck upon the family.

ANDRÉ MÜLLER: Are you still always thinking about killing yourself?

THOMAS BERNHARD: The thought is always there.  But I don’t have the intent, not now in any case.

ANDRÉ MÜLLER: Why not?

THOMAS BERNHARD: I think it’s because of curiosity, sheer curiosity.  I think it’s nothing but curiosity that keeps me clinging to life.

ANDRÉ MÜLLER: Why “nothing but”?  [Certain] other people aren’t in the slightest bit curious and keep on living anyway.

THOMAS BERNHARD: I certainly have nothing against life.

ANDRÉ MÜLLER: Nonetheless, there are people who construe your books as an incitement to suicide.

THOMAS BERNHARD: Yes. but of course they haven’t actually led to any suicides.  Just the other day, a fortnight ago, a woman was standing outside my window and saying she had to talk to me.  I said, “All right: why do you want to talk to me anyway?”  I was just then laid up in bed with a murderous case of the flu.  She said, “Before it’s too late.”  I said, “Do you want to kill yourself?”  She said, “No, but you [do].”  I said, “I’m not sure you’re quite right in the head; go home.”  She said no, and that had to come in.  I said, “That isn’t going to happen because I can’t manage to keep standing and I’m about to lie back down.”  She said, “You’ve no need to worry; I’ve already got a husband; I’m not trying to get into bed with you.”…This all took place at my open [bedroom] window, and when I tried to close the window she interposed her finger.  I said, “I’m going to crush your finger.  Then she withdrew [her finger], and I closed the window and went back to bed.  A little while later I took a look outside and [saw that] she’d been standing in the courtyard the whole time.  But she did eventually go away after all, and then she wrote me a letter; she [said that] on such-and-such a date—it was a Monday—at eight in the evening she’d be at the cemetery, at the right gate; it was her favorite spot; she’d be there waiting for me.  But I wasn’t even at home on the [appointed] day.  And then she wrote me another letter, sixteen pages long, in which she told her entire life story, about her husband, whom she’d married [when she was] too young, and things like that.  Probably she wanted the two of us to kill ourselves together at the cemetery.  You certainly never know all the [sorts of things] you can trigger in [other] people.

ANDRÉ MÜLLER: It’s amazing how productive you are, given that you’re always conscious of the pointlessness of writing.  You live off of writing about the pointlessness of life.  One might almost think it [was] a hoax.

THOMAS BERNHARD: What can a person be sure of?  Even if it [were] a hoax, it certainly wouldn’t change the basic gist of the thing in the least.  It obviously makes absolutely no difference what you call something.  You obviously never know how something really comes into existence.  You just sit down, and your effort almost literally exceeds your powers, and then the whole thing is over once again.

ANDRÉ MÜLLER: Sure, but what’s the motivation for the effort?  After all, on your way from your bed to your writing desk you’re bound to be ambushed by the thought that the whole thing is totally pointless anyhow.

THOMAS BERNHARD: I simply have an ungovernable appetite for writing.  A few weeks ago I was in Stuttgart and I saw there a Chekhov play—Three Sisters, and I thought [to myself], this could be one of my [plays], only I’d do it much better, make it much tighter, and I immediately got my appetite for writing back.  Of course I’m not someone anyone has any reason to feel sorry for, because of course I’m strong.  A person who’s weak obviously can’t write such things at all.  You need a good solid robustness about you to bring about a sequence like that.  The weaker the people and situations you depict [are], the stronger you have to be yourself, otherwise it’s completely impossible, and the weaker you yourself are, the stronger and more affirmative and vital [are the] things you put on paper.  When I think of [someone like] Zuckmayer, who always had the jitters so bad he was almost falling over with them, who was always looking for his salvation among Indians and redskins and robber chieftains, but he himself was [as jittery] as a leaf…although on the other hand the things I write are in synch with my own [physical] condition.  That’s just cyclical.  When I’m in especially good shape and in a good mood and strong and full of vitality, I don’t write at all, because I pretty much have no appetite for writing.

ANDRÉ MÜLLER: What do you do then?

THOMAS BERNHARD: When?

ANDRÉ MÜLLER: When you’re full of vitality.

THOMAS BERNHARD: Then I have no desire to write.

ANDRÉ MÜLLER: [What] I mean [is] how does this vitality manifest itself?  Do you fall in love or something like that?

THOMAS BERNHARD: [I have]n’t in a very long time.  I burned myself out completely twenty years ago.

ANDRÉ MÜLLER: You mean you burned yourself out sexually?

THOMAS BERNHARD: No, I’ve never been interested in sex.  It was of course in any case not even possible for me, owing to illness of course, because of course during the periods when all that would have [happened] naturally, and couldn’t have helped getting started, I was in nowhere near a fit enough state to make it [happen].  When you’re happy just to be alive still, and muddling your way from one sanatorium to the next, you obviously never give a thought to things like that.  Then you obviously have just the one thought: I don’t want to die.  But even that [thought] can do a complete about-face on you the very next day.

ANDRÉ MÜLLER: Why do you say that?  When a person has struggled for something as much as you must have done for your life, surely he doesn’t just chuck it into the trash?

THOMAS BERNHARD: But as everybody knows, you can get into [certain] states where in the blink of an eye you [suddenly] couldn’t care less about life.  You can fall into a certain mood.  And then the very next moment you can [suddenly] feel more alive again than ever before.

ANDRÉ MÜLLER: Can you imagine yourself getting into an emotional state in which you lose your self-control?

THOMAS BERNHARD: No: that I never lose.  But of course there’s nothing of any predictive [value] in that…Good Lord, what am I supposed to say anyway?  What do you want to hear?

ANDRÉ MÜLLER: You’re supposed to say that you’re not going to kill yourself.

THOMAS BERNHARD: That I can’t do.  I don’t know [one way or the other], because I’ve seen too often how in a single hour people and things and situations can change completely.  Basically nothing and nobody is invulnerable to that.  There are [certain] fantastic systems, where you believe you’ve got a sure, an incredibly sure thing all sewn up, and the next minute it’s gone.  Even a concrete building is nothing but a house of cards.  It’s just waiting for the right gust of wind.

ANDRÉ MÜLLER: Fine, perhaps my thesis is rubbish, but I simply can’t imagine anyone in an introspective frame of mind killing himself—provided, of course, that he doesn’t believe in an afterlife.  Has anyone who was a genuine atheist ever taken his life while facing a mirror?

THOMAS BERNHARD: I don’t know, but I could easily imagine somebody killing himself in full [clarity of] conscious[ness], somebody sitting down to breakfast and saying, “Right: now I’m going to slash my wrists.”  That’s exactly what my grandfather’s brother did; he wrote a brief note in which he stated quite clearly and rationally why he was doing it.  There’s pretty much nothing that can’t be imagined because of course every person is completely different.  There are no two people in the world [who are] identical.

ANDRÉ MÜLLER: I can clearly see that we can’t keep talking about suicide.

THOMAS BERNHARD: There’s really absolutely no need [to]; when you’ve killed yourself write me [a letter].

ANDRÉ MÜLLER: I’m definitely not going to kill myself.  That’s something I’ve been trying to make clear to you all along.

THOMAS BERNHARD: Come on, you can’t say that.  I had a friend who I’d drunk an eighth of a liter of wine with; he was a completely petit-bourgeois type; he[’d] written [some] nice little poems and some horrible prose pieces and was a moron, as these petit-bourgeois [types] always are, and had three wives, and two children by each of them, and felt quite comfortable with his huge paunch and in his department store suit; he went home, put on his wife’s dirndl outfit, stuffed the bosom [part of it], and hanged himself from the door in this costume; a man who [was] about forty-five years old and [had] never evinced a trace of the tedium vitae.

ANDRÉ MÜLLER: Well, of course you[’ve just] demonstrate[d] the accuracy of my thesis, because if he had seen himself in the dirndl and with the cord around his neck in the mirror, he naturally would have had to laugh and stop being able to kill himself.  [What] I mean [is that] this moment of comedy would naturally have kept [him] from [doing] it.

THOMAS BERNHARD: [That’s] actually true…whenever I’m writing that kind of thing, I mean situations that are headed centrifugally towards suicide, there are certainly descriptions of certain conditions that I genuinely feel that I’m in as I’m writing, precisely because I haven’t killed myself, because I personally have eluded it.  Then you can of course write wonderfully about it.  A different [sort of] person wouldn’t be able to, or [if he did] it would turn out all wooden…What are you thinking?  Your face [just] completely changed all of a sudden.

ANDRÉ MÜLLER: I’m just considering whether you actually did seriously try to kill yourself [that] one time.  In your autobiography [you] state point-blank that when you were mortally ill and the doctors had already given you up for dead you decided in favor of life.  That is of course completely different than when someone arranges something completely on his own.

THOMAS BERNHARD: Who knows whether what I wrote there is altogether accurate[?]  I myself am always being taken aback [by it]; [it’s] like lots of lives you regard as your own, that naturally have many similarities with one another, but are really just figures that have exactly as much and as little to do with you as any[body] else[’s] lives [do].  Obviously it’s all always accurate and inaccurate at the same time, just as everything is after all at the same time [both] beautiful and ugly, dead and alive, tasteful and tasteless.  The only thing that [really] matters is what you’re most receptive to.  Practically everything exerts a powerful attraction.  My standpoint is [that of] the equivalence of all things.  For me even death is nothing out of the ordinary.  I really do talk about death the way someone else [might talk] about a [dinner] roll.

ANDRÉ MÜLLER: Would you like a different topic?

THOMAS BERNHARD: Sure, what[‘ll it be]?

ANDRÉ MÜLLER: You’ve said you always wanted to be different from other people.

THOMAS BERNHARD: But everybody wants to.

ANDRÉ MÜLLER: Not me.  Because before you can drop out of the normal [world] like that you have to want to disappear.

THOMAS BERNHARD: Well, lest there be any misunderstanding…You have to analyze it carefully.  There are obviously two sides to it.  When push comes to shove, anybody who has any sort of dropout-ish tendencies will try to go into hiding.  He[‘ll] try to talk and eat and be a simpleton like other people.  I, too, tried to do that when I moved here.  I thought, “I’m going to keep two cows and go into the stable and milk [them], and don rubber boots and metalworker’s trousers, the filthiest, the smelliest and greasiest [ones] possible, and I’ll go eight weeks without bathing, so I’ll look as much as possible like the people here.”  But that won’t fly, it can’t be pulled off, because it’s not something you can consciously manufacture.

ANDRÉ MÜLLER: Have you tried to?

THOMAS BERNHARD: I tried to do all of that, until I realized I [could] only lose time [by carrying on] in [that] direction.  You’ve got to walk along the untrodden path with all the eccentric, brutal, execrable, uptight, outlandish things that are inside you, [you as in me and as in you], inside everyone.  You can’t go into hiding among a hundred Hubertus coats and laugh along with the rest of the gang at their usual table at the bar and think of a well-made noodle soup on Sunday morning or an Easter flan as the height of contentment; that won’t fly.  You’re different; you’re not [just] trying to be, irrespective of the fact that each and every one of those people who from our perspective look all the same is actually different [from all the others], but despite this [they all] allow themselves be run over by the rolling pin.  Apart from these there are of course still a few swamp plants that shoot [up] a bit too high into the air and are for that reason quite vulnerable and exposed.  It is of course absurd for a fire lily or a giant aster to try to hide out among liverworts because it would be more pleasant to be down below there [with them], when at the same time it’s still proud to be this fire lily.  On the one hand it would like to be grander and better than the others, but at the same time it [would like] to be totally sheltered like the liverworts.  That’s the gruesome and horrifying thing about such a situation, [that] it’s absolutely unworkable.  You’ve got to put up with the way you are and make the best of it.

ANDRÉ MÜLLER: Are there any people whose company you enjoy?

THOMAS BERNHARD: I don’t know anybody I could and would really like to be around for any length of time.  So [anything] permanent would be impossible.  I can’t imagine, for example, having anybody living in the house with me for two days and nights [in a row], apart from my aunt, who is 85, but even that’s possible only in certain circumstances, [and] so [it’s] also difficult, but [it’s also] getting [ever] closer to [being] grotesque, and that’s what makes it bearable.  But even that doesn’t work for longer than a week.  But then naturally you sometimes [feel] the need all the same, and then there are people you could [be with], in Brussels or Vienna or Zurich or wherever; that’s difficult, you know.  I would have to move to a city, but I can’t afford to do that for health reasons, because in the city I’d simply shut down.  I am of course hardly a born country dweller.  I have pretty much zero interest in nature, in either plants or in little birds, because I can’t tell them apart from one another, and to this day I don’t [even] know what an ordinary blackbird looks like.  But I do know one thing for sure: that with my bronchial tubes I can’t live in the city over the long term.  [It’s gotten to the point] that during the winter I don’t leave the farm at all anymore, because I practically kill myself if I [go to] the city.  So there are really only these two possibilities: either you’re in the city, where things are interesting, but where I [am bound to] perish, or you have one person [around], but they eventually get on your nerves.  This [is a problem] that obviously [can’t] ever be solved.

ANDRÉ MÜLLER: In your book The Voice Imitator, there is a passage [2] in which you more or less invite the reader to assassinate all the presidents of the central European countries.  If this [passage] had appeared not in a book issued by a literary publisher under the protective label of art, but in a political[ly partisan] newspaper, you would now be lumbered with a lawsuit for being a sympathizer…

THOMAS BERNHARD: Of course I am a sympathizer, but I don’t know what I’m [sympathetic] to.

ANDRÉ MÜLLER: [What] I mean [is that] nowadays you can say what you want, it’ll be printed, and nobody will be shocked by it.

THOMAS BERNHARD: I don’t know [about] that.  I wrote for example a letter to Die Zeit, it was about three months ago now, a kind of spontaneous thing [directed] against Kreisky.  They let it sit on their desks for five weeks, and then they wrote to me that they’d forwarded it to someplace or other, and that it had vanished without a trace there.  You don’t even want to try to involve Ms. Hintermüller in this sort of thing.  I’m just trying to say that I’m every bit as subject as everybody else is to machinations and contingencies.  If these people don’t want Kreisky to suffer a [single] scratch from anything, because he’s popular there and they think of him as a crazy [little] boy, then even I might as well not bother formulating anything in my [usual] ironic vein, because it’s simply not going to be printed.

ANDRÉ MÜLLER: Did you put up any sort of fight to get it printed?  Did you struggle on behalf of it?

THOMAS BERNHARD: It obviously would have been idiotic to struggle against the editorial office of Die Zeit, which is staffed entirely by affable, unregenerate opportunists.  It really wouldn’t have made any sense whatsoever.

ANDRÉ MÜLLER: So who else is left there [at the paper]?  Who’s there whom you don’t regard as an idiot?

THOMAS BERNHARD: Why, nobody; that’s my whole point.

ANDRÉ MÜLLER: But then it’s just as I say: you rail against everybody indiscriminately, such that eventually nobody [will] take you seriously anymore, and your attacks [will] never reach their mark.

THOMAS BERNHARD: Why shouldn’t they reach it?  They either have their [intended] effect or they don’t.  In any case, the attacker can’t give any consideration to that.

ANDRÉ MÜLLER: Who are you thinking of as you’re writing?

THOMAS BERNHARD: That is of course a completely stupid question.

ANDRÉ MÜLLER: Oh, [it’s] not all that stupid.  Do you think about somebody you’re angry at, or sometimes even about somebody who understands you?

THOMAS BERNHARD: I don’t think about anybody who might end up reading it, because I’m absolutely uninterested in who reads it.  I have my fun in writing, which is enough for me.  You just want to keep doing it better and with more concentration, the way a dancer is always trying to dance better, but of course that just happens on its own, because everybody, no matter what he does, through repetition gets clos[er] to perfection, it’s exactly the same in the case of a table-tennis player as in the case of a show-jumper and a writer and a swimmer and a chambermaid or charwoman.  After five years she’ll also clean better than on her first day, when she broke everything and ruined more things than she cleaned.

ANDRÉ MÜLLER: Isn’t writing always also an attempt to get in touch with people?

THOMAS BERNHARD: I certainly have no desire whatsoever to get in touch with anybody.  When have I ever tried to get in touch with anybody?  To the contrary: I’ve always rebuffed every attempt to get in touch with me.  [All the] letters [I get] I chuck straightaway into the trash, because it’s just technically impossible to deal with them; to do that I’d have to act like these sodding writers who maintain two secretaries and reply to everybody and suck up to every asshole at their heels by [sending them] a nice little note.  I want my work to be printed so that a book comes [out] and then I’m through with it.  Then I stick it in my cabinet so I don’t lose it and also because it looks very nice there.  I write my things on really cheap, poor-quality absorbent paper, and I very much relish the changeover to [a proper] typeface, and then my publisher sends me some money once a month, and at that point the whole story is over.  I simply have no desire as of yet to give this up, [to give up] writing and the states it puts me into, because I find it an enormous amount of fun and because I actually don’t need anything else and because I also get the feeling that I’m doing something that nobody [else can] replicate, not only here [in Austria], but [also] anywhere [else] in the world.  Between forty and sixty is the ideal age for a writer of prose pieces; for some people it’s younger, but I’m a late developer, and it would be crazy to kill this off when [I’m] only just reaching [my] peak.  [I] really would have to be insane to do that.  But of course nobody’s immune to going insane…

ANDRÉ MÜLLER:  Of course I have absolutely no desire for you to stop writing.  It’s just that I was thinking that being in touch with somebody who understands you and likes you might actually be beneficial to your work.

THOMAS BERNHARD: I thrive only when I’m alone as much as possible, no matter what that entails, and of course [what it entails] is basically nothing but inconveniences, but I don’t mind that at all; I positively love things that other people would [never] want to have anything to do with.  I dare you to try to make Handke live here for three days; he’d run away to his daughter screaming.  He’s just a feeble, tender little family boy, [and] yet [he] keeps banging on about loneliness.  These are precisely the [kind of] people who absolutely can’t bear to be alone, because being alone actually takes quite a fair amount of effort.  Whoever can’t [make that effort will] never be able to write the way I write either; whether that’s significant or not these days is of course a moot point.  Handke has his darling little daughter.  That is something that totally rubs me the wrong way, because I have always been against families and all that stuff, because I simply can’t stand people who have a family and have a child and lavish ski suits and junk like that on the child at Christmas and take the child with them [when they visit] their tony publisher at St. Moritz; I am repelled to the point of horror by it, [by] these people who one minute are off to this place and the next to that place and get themselves invited to America and lecture there and immediately after writing something run to an editorial office so the whole thing [can] appear in the newspaper two days later, I find that simply horrifying.  I don’t care for it, and I don’t do it either.  Other people are naturally irritated and put off by this.  But I couldn’t care less.  It is [one of my] strength[s] that I [can] keep the lid on my cookie jar.

ANDRÉ MÜLLER: Can you clarify why you’re so put off by families with children?  You have said that mothers everywhere should have their ears cut off.

THOMAS BERNHARD: I said that because I think people are mistaken in believing that they’re bringing children into the world.  The whole thing is incredibly trashy.  Obviously they end up with adults, not children.  They give birth to a sweaty, plug-ugly, potbellied pub landlord or mass murderer—that’s what they they’re delivered of, not children.  People say they’re having a baby, but in reality they’re having an eighty-year-old who pees all over himself and stinks and is blind and has a limp and can’t move anymore because of gout—that’s what they’re bringing into the world.  But they don’t see this, and so nature keeps coming out on top and the whole shitty business keeps perpetuating itself.  But of course I don’t give a damn.  My situation can only ever be that of a ludicrous…I really don’t want to say “parrot” because that would sound much too grandiose…so let’s make it an “obstreperous little bird.”  This little bird just makes a bit of noise, and then it vanishes and it’s gone.  The forest is large, and so is the darkness.  Sometimes in the forest there’s a screech owl that won’t leave [the other animals] in peace.  That’s all I am.  And I also have absolutely no desire to be anything more.

ANDRÉ MÜLLER: You write in your autobiography that your signature characteristic is indifference.

THOMAS BERNHARD: Here again is something that can’t just be taken in as is.  I’m not indifferent to anything, but I have to be indifferent to everything, because [I] couldn’t keep going otherwise.  That’s the only thing that could possibly be said on the subject.

ANDRÉ MÜLLER: How important is your aunt to your life and your work?

THOMAS BERNHARD: Since I was nineteen she has been absolutely the most important person in my life.

ANDRÉ MÜLLER: Are you frightened by the thought of her death?

THOMAS BERNHARD: I find that thought almost unbearable, but we’ll see; it’s obviously going to happen pretty soon now.  It could completely bowl me over, if I’m to be totally honest, yes, it could do that.  Then I’ll certainly be done for…but you can really say that only once the thing has taken place, because it is of course impossible to anticipate anything.  When she dies she’ll be dead.  Then I’ll ring you up…so you can be my uncle.

ANDRÉ MÜLLER: So you’re saying there’s such a thing as a person who’s indispensable, somebody one belongs to?

THOMAS BERNHARD: Some milkmaid will always turn up somewhere and sometime or other [to fill the gap].  No, of course there’s no such thing.

ANDRÉ MÜLLER: So you pretty much stand by the statement: “I want to be alone”?

THOMAS BERNHARD: I have no choice, do you understand?  In order to enjoy life the way I want to, I have no choice but to be alone.  The fact is that being near other people is lethal to me.  But that’s no reason to feel sorry for me.  Everybody has only himself to blame for all [his troubles].

ANDRÉ MÜLLER: Is there anything that could serve as a substitute for writing in your life?

THOMAS BERNHARD:  There’s no such thing as a substitute for anything.  I could [always] take up cycling, but do you [really] think that would work as a substitute for something?

ANDRÉ MÜLLER: What will you do if one fine day you stop getting new ideas?

THOMAS BERNHARD: Questions like that get you nowhere.  It’s like asking a singer what she would do without her voice.  What is she supposed to say in reply?  That she’d sing silently?  Come what may, every time you’ve written something you think that it’s over, that you really can’t do it again and really don’t want to do it again.  But nothing else interests me.

ANDRÉ MÜLLER: And what if tomorrow you meet the love of your life?

THOMAS BERNHARD: I couldn’t do a thing to stop it.

A Translation of "Der Wald ist groß, die Finsternis auch" (Thomas Bernhard interviewed by André Müller on June 29, 1979).

http://shirtysleeves.blogspot.com.tr/2014/02/a-translation-of-der-wald-ist-gro-die.html





Hiç yaşamınıza son vermeyi denediniz mi?

Çocukken kendimi asmaya çalıştım. Ama ip koptu.

Kaç yaşındayken?

Yedi, sekiz yaşındayken. Daha sonra büyükbabamla yürüyüşe çıktım, o zamanlar Traustein’da yaşıyorduk, hiç durmadan yürüyüş yapardık, uygu hapları yutuyordum, sonra aniden kendimi kötü hissetmeye başladım, “Eve dönmeliyim,” dedim. Şehirden otuz kilometre uzaktaydık ve başladım koşmaya, eve kadar. Takip eden dört gün boyunca yataktan çıkamadım, hiç durmadan kustum, midemde bir şey kalmamıştı. O zaman da on yaşlarında olmalıyım.

Daha sonra ne oldu?

Çıngar çıkaran ve aileye uğursuzluk getirmekten başka bir işe yaramayan, ilgi manyağı kaprisli velet diye nitelendim.

Hala kendinizi öldürmeyi düşündüğünüz oluyor mu?

O düşünce her zaman var. Ama hevesim yok, şu an için hiç yok.

Neden yok?

Sanırım merak yüzünden. Tamamen merak duygusundan. Beni hayata bağlayan sadece merak duygusu sanırım.

Neden sadece o? Diğer insanlar merak etmekle ilgilenmez, sadece yaşar gider.

Yaşamın karşısına düşen bir hissiyatım yok.

Yine de, kitaplarınızın intihara teşvik ettiğini düşünenler var.

Evet. Ama kitaplarım tabii ki herhangi bir intihara neden olmuş değil. Fakat geçen gün, önceki gece, penceremde bir kadın belirdi, benimle konuşmak istediğini söyledi. “Tabii ki,” dedim. “Konuşmak istediğiniz konu nedir?” Tam da geberten nezle nedeniyle yatağıma uzanmıştım. “Çok geç olmadan,” dedi kadın. “Kendini mi öldürmek istiyorsun?” Hayır, dedi ve devam etti: “Ama sen kendimi öldürmemi istiyorsun.” “Aklın başında değil, evine git,” dedim. “Hayır, içeri girmeliyim,” dedi. “Bu mümkün değil, ayakta duramıyorum yine uzanmalıyım,” dedim. Kadın “Dert etme” dedi, “Zaten kocam var, seninle yatma derdinde değilim.” Bütün bunlar yatak odamın penceresinin hemen dışında oluyordu. Pencereyi kapamaya çalıştığımda parmağını araya koydu. “Parmağını ezerim,” dedim. Elini hemen çekti, pencereyi kapadım yatağa gittim. Bir süre sonra dışarıya göz attığımda, hala orada bahçede dikildiğini gördüm. Daha sonra nihayet gitti ve sonra bana bir mektup yazdı. Mektupta şu-şu tarihte –Pazartesi gününe denk geliyordu- akşam sekizde mezarlıkta olacağını, en sevdiği nokta olan sağ kapıda bekleyeceğini söylüyordu. Randevu verdiği akşam evde bile olmayacaktım. Bir mektup daha yazdı. Bu kez on altı sayfa tutuyordu. Tüm yaşamını anlatmıştı. Kocasını, nasıl evlendiklerini, evlendiğinde ne kadar genç olduğunu, bunun gibi şeyler. Büyük ihtimalle mezarlıkta birlikte intihar etmemizi istiyordu. Diğer insanları tetikleyen nedenleri asla bilemezsiniz.

Yazmanın anlamsızlığının bilincinde olmanıza rağmen üretkenliğiniz hayret verici. Yaşamın anlamsızlığından yola çıkıp yazıyorsunuz. Bazıları bunun sahtekarlık olduğunu düşünebilir.

İnsan tam olarak nelerden emin olabilir? Sahte bile olsa, mevzunun özünü değiştirmiyor. Bir olguyu nasıl nitelediğinizin bir şeyi kesinlikle değiştirmediği çok açık. Herhangi bir olgunun varoluşuna dair bir şey bilmediğiniz çok açık. Sadece oturuyor ve elinizden geleni ardına koymuyorsunuz, sonra hepsi yine sona eriyor gidiyor.

Tamam, ama o çabanın motivasyonu nedir? Nihayetinde yatağınızdan çıkıp yazı masanıza her şeyin tam bir anlamsızlık olduğu düşüncesine dalmış şekilde gidiyorsunuz.

Bende sadece frenlenemeyen bir yazma isteği var. Birkaç hafta önce Stuttgart’taydım, bir Çehov oyununda – Üç Kızkardeş. Kendi kendime bu benim oyunlarımdan biri olabilirdi dedim. Daha iyisini yapabilirdim, saha sıkı bir iş çıkarabilirdim, o anda yine yazma iştahı geldi. Ben kuşkusuz herhangi birinin üzüntü duyacağı biri değilim, çünkü güçlüyüm. Zayıf olan biri böylesi konuları yazamaz. O metinleri öyle dizmek için bilek gücü gerekir. Anlattığınız insanlar ve durumlar zayıfladıkça, siz güçlenmelisiniz, yoksa imkansız olur. Siz kendiniz zayıf düştükçe, kağıda döktükleriniz güçlenir, doğruluk kazanır ve zinde olur. Gerginliği seven ve hep sinirlenen Zuckmayer gibileri düşüyor aklıma, çıkar yolu Yerliler, Kızılderililer ya da soyguncu kabile reislerinde arayan ama aslında kendisi sadece bir yaprak kadar gerginleşebilen tipler… Öte yandan yazdıklarım kendi fiziksel durumumla da örtüşüyor. Döngüsel. Görünümüm iyiyse ve havam yerindeyse ve güçlü ve zindeysem, yazmam olur biter, çünkü yazmak için aslında hiç iştahım yoktur.

Ne yapıyorsunuz o zaman?

Ne zaman?

Zinde olduğunuzda?

Yazma isteğim olmuyor.

Demek istediğim bu zindeliğiniz kendini nasıl belli ediyor? Aşık filan mı oluyorsunuz?

Çok uzun zamandır aşık olmadım. Kendimi bütünüyle yakalı yirmi yıl oldu.

Kendinizi cinsel anlamda mı yaktınız?

Hayır. Sekse hiç ilgi duymadım. Zaten her durumda benim için imkansız bir durumdu. Hastalığım yüzünden tabii. Hepsinin doğal akışında gerçekleşebileceği zamanlar oldu tabii, öylesi durumların önüne geçemezdim ama mevzunun patlaması için hiç uygun durumda olmadım. Hala yaşıyor olmaktan mutluysanız, kendinizi bir sanatoryumdan diğerine sürüklüyorsanız, tabii ki öyle meselelere kendinizi veremiyorsunuz. O zaman tek düşünceniz oluyor: Ölmek istemiyorum. Ama bu düşünce bile ertesi gün size zıt gelebilir.

Neden böyle söylüyorsunuz? Yaşamında sizin kadar bir sorunla uğraşmış biri tabii ki hayatını öylesine çöpe atıp gitmez?

Ama herkes bilir ki göz açıp kapayana dek bazı durumlarda kalırsınız ki, yaşam anlamını yitirir. Öyle bir ruh haline girersiniz. Sonra hemen ardından, aniden, daha önce olmadığı kadar canlanırsınız.

Kontrolünüzü yitireceğiniz bir ruhsal duruma girdiğinizi hayal edebiliyor musunuz?

Yok, onu asla kaybetmem. Ama kuşkusuz bunda herhangi bir kesinlik yok. Tanrım, ne demeliyim? Tam olarak neyi duymak istiyorsun?

Kendinizi öldürmeyeceğinizi söyleyebilirsiniz.

Öldüremeyeceğimi. Olur mu olmaz mı bilemiyorum. Çünkü bir saat içinde işlerin ve insanların nasıl tamamen değişebileceğini o kadar sık gördüm ki. Hiçbir şey ya da insan o kadar dayanıklı değildir. Bazı muhteşem sistemler var, kesinliğinden eminsiniz,  tamamen sımsıkı diyorsunuz, sonra bir bakıyorsun bir dakikada gidivermiş. Doğru rüzgârı bekliyor sadece.

Tamam belki de tezim saçmalıktı. Ama birinin kendisine bakıp kolayca öldürebileceğini – ölümden sonraki yaşama inanmadığını varsayıyorum, düşünemiyorum. Gerçek bir ateist aynaya bakıp kendisini öldürebilir mi?

Bilmiyorum. Ama kolayca birisinin kendisine bakıp bilinci tümüyle berrak biçimde kendisini öldürebileceğini, kahvaltıda oturmuş “Tamam, birazdan bileklerimi keseceğim,” diyeceğini düşünüyorum. Dedemin erkek kardeşi tam olarak böyle yaptı. Bunu neden yaptığını belirten kısa, mantıklı ve açıklayıcı bir not yazdı. Düşünülemeyecek hiçbir şey yoktur çünkü herkes birbirinden tamamen farklıdır. Dünyada birbirine eş iki insan yok.

Anlaşılan intihardan konuşmaya devam edemeyeceğiz.

Gerçekten hiç mi hiç gerek yok. Kendini öldürürken bana mektup yazarsın.

Kesinlikle kendimi öldürmeyeceğim. Baştan beri anlatmaya çalıştığım buydu.

Haydi ama. Böyle söyleyemezsin. Sekiz litre şarap içip kafayı bulan bir dostum vardı. Tam bir küçük burjuvaydı. Böyle küçük şirin şiirler ve berbat düzyazıları olan tam bir aptaldı. Bu küçük burjuvalarda her zaman olduğu gibi, üç karısı ve her birinden iki çocuğu vardı. Bu dev topluluğu ve satış yaptığı dükkanıyla çok mutluydu. Bu adam evine gitti. Karısının elbisesini üzerine geçirdi. Düğmelerini kapadı ve kendisini üzerinde karısının kıyafetiyle astı. Kırk beş yaşında ve geçmişinde en ufak bir bıkkınlık emaresi olmayan bir adamdı.

Tabii bunu anlatarak tezimin doğruluğunu kanıtlamış oluyorsunuz. Çünkü o adam kendisini aynada boynunda bir ip ve üzerinde karısının kıyafetleriyle görmüş olsa, elinde olmadan gülecek ve kendisini öldüremeyecekti. Anlatmak istediğim, tam da o anın komikliği bunu yapmana engel olacaktır.

Bu söylediğin doğru. Ne zaman bu konuda yazsam, sonu intihara giden mevzulardan bahsetmeyi kastediyorum, yazarken belirli şartları belirli biçimde açıkladığımı hissediyorum. Çünkü hiç kendimi öldürmedim, o işten paçayı sıyırdım. O zaman tabii ki, tam da o konuyu muhteşem anlatabilirsin. Farklı bir insan bunu yapamayabilir ya da hepsini anlatırken tahtaya çevirebilir… Ne düşünüyorsun? Aniden suratın değişti.

Bir kez o anda kendini öldürmeyi ciddi biçimde düşünüp düşünmediğinizi merak ediyorum. Otobiyografinde ölümcül hastayken ve doktorlar senden umudu kesmişken yaşama döndüğün o boşluk anını anlatıyorsunuz. Tabii o durum birinin kendisini tamamen kendi elleriyle şekillendirmesinin dışında kalıyor.

Yazdığımın tamamen gerçeği anlattığını kim bilebilir? Ben kendim dahi hep geri adım atan biriyim. Birçok yaşamı kendininkiymiş varsayıyorsun, biri diğerine benziyor zannediyorsun, aslında başkalarının yaşamı kadar farklılık ve bir kadar az miktarda da kendinle benzerlik var. Belli ki aynı anda hem doğru hem de yanlış. Tıpkı her şeyi aynı anda hem güzel hem de çirkin olması, hem ölü hem canlı olması, hem tatlı hem tatsız olması gibi. Önemli olan tek şey, aklının en çok neye yattığı. Bana kalırsa ölüm, sıra dışı bir olgu değil. Ölüm hakkında, bir başkasının akşam yemeği hakkında konuştuğu gibi konuşuyorum.

Farklı bir konu ister misiniz?

Tabii, ne gibi mesela?

İnsanlardan farklı olmak istediğinizi söylediniz.

Herkes ister.

Ben değil. Çünkü kendini normalin dışına atmak isteyen biri öncelikle kaybolmayı istemeli.

Yanlış anlaşılma olmasın diye, çok dikkatli analiz yapmalısın. Açık ki konunun iki tarafı var. Zorlamak itip kakmaya döndüğünde, vazgeçme eğiliminde olan biri gidip saklanmayı deneyecektir. Konuşmayı, yemeyi, diğer insanlar gibi alıklaşmayı deneyecektir. Buraya taşındığımda ben de böyle yapmıştım. “İki inek alıp sağacağım, dümdüz yaşayacağım ve lastik çizmelerle metal işçilerinin gömleklerinden giyeceğim, olabildiğince kirli, ufak ve yağlı olanlarından. Sonra sekiz hafta yıkanmayacağım, böylece olabildiğince buradaki insanlar gibi görüneceğim.” Ama işler böyle yürümüyor, böyle kenara çekilemiyorsun çünkü bilinçli bir biçimde üretebileceğin bir şey değil.

Denediniz mi?

Hepsini denedim. Ta ki o yönde gitmekle zaman kaybettiğimi anlayana dek. Ayak basılmamış yoldan içindeki [bendeki ve sendeki gibi] ve herkeste olduğu gibi tüm tuhaf, gaddar, berbat, gergin, garip şeylerle yürümek zorundasın. Yüz adet Hubertus paltosu arasına saklanıp bir bar masasında geri kalan herkesle otururken gülüşüp bir pazar sabahı iyi yapılmış erişte çorbası içip ya da bir Paskalya turtasını götürüp ferahlığın zirvesinde takılamazsın, işe yaramayacaktır. Farklısın, bizim bakış açımıza göre bütünüyle aynı gözüken o insanların hepsi ve her birinin aslında farklı olduğu gerçeği bir yana, sadece öyle olmaya çalışmıyorsun fakat tüm bunlara rağmen, onlar kendilerini oklavanın altına yuvarlıyorlar. Hepsi bir yana, tabii arada birkaç tane havaya biraz yükselen bataklık sazı var ve bu nedenle incinebilir ve korumasızlar. Tabii ki koyunotlarının arasında saklanacak kırmızı zambak ya da saraypatılar için absürd bir durum çünkü bir kırmızı zambak olmaktan gurur duymayı sürdürüp aşağıda diğerleriyle daha mutlu olabilirlerdi. Öte yandan, diğerlerinden daha soylu ve güzel olabilirdi ama aynı zamanda tamamen koyunotlarının arasına sığınmış olacaktı. Böylesi bir durumun ürkütücü ve korkutucu yanı, işe yaramayan tarafı bu. Her ne isen o olacaksın ve kalıbına en iyi şekilde oturacaksın.

Birlikte vakit geçirmekten hoşlandığınız kimse var mı?

Çevremde herhangi bir süre olmasını istediğim ya da sabredebileceğim herhangi birini tanımıyorum. Yani kalıcı birliktelik imkansız bir durum. Örneğin, birinin benimle arka arkaya iki gün ve gece aynı evi paylaştığını düşünemiyorum. Seksen beş yaşındaki teyzem hariç. Ama o bile ancak belirli şartlar altında gerçekleşebiliyor, dolayısıyla bu durumun zor olmasının yanı sıra iş giderek groteskliğe yaklaşıyor ve bu sayede biraz çekilebilir oluyor. Böyle bir durum bile bir haftadan uzun zaman dayanmıyor. Bazen tabii ki aynı şeylerin ihtiyacını duyuyorsun, çevrende seninle olacak insanların, Brüksel, Viyana, Zürih ya da herhangi bir yerde, oldukça zor. Bir şehre taşınabilirim ama sağlık sorunları nedeniyle bunu yapamam, çünkü o şehirde tıkılır kalırım. Tabii kırsalda yaşamak üzere doğmuş biri değilim pek. Doğaya sıfır ilgim var. Ne bitkilerle ne kuşlarla ilgiliyim çünkü birini diğerinden ayırt edemem, bugün hala sıradan bir karakuş neye benzer bilmiyorum. Ama bir şeyi kesin biliyorum, bu soluk borumla şehirde uzun süre yaşayamam. Bu durumda kış gelince çiftlikten hemen hiç ayrılmıyorum, çünkü şehre gitmem demek kendimi öldürmem anlamına geliyor. O zaman iki olasılık beliriyor, her şeyin ilginç olduğu şehirde yok olacaksın ya da etrafta sinirlerini zıplatan bir kişiyle olacaksın. Bu çözümü olmayan bir problem.

Kitabınız Ses Taklitçisi’nde okurları Orta Avrupa ülkelerinin tüm başkanlarına suikaste çağırdığınız bir bölüm var. Bu bölüm bir sanatın korumacı etiketinin altında, edebiyat yayıncısından çıkmış kitapta değil de siyaseten partizan bir gazetede çıkmış olsa, şeye yakınlıktan hakkınızda dava açılırdı…

Tabii ki yakınlık duyuyorum. Ama neye yakınlık duyduğumu bilmiyorum…

Demek istediğim bugünlerde ne isterseniz yayımlanır ve kimse söylediklerinize şaşırmaz.

Onu bilemem. Mesela Die Zeit’a üç ay önce bir mektup yazdım, Kreisky’ye karşı doğaçlama gibi bir şeydi. Beş hafta masalarında tuttular sonra da bana bir yerden diğerine ilettiklerini bildiren mektuplar yazdılar sonra yazı hiç iz bırakmadan kayboldu gitti. Böylesi bir duruma Bayan Hintermüller’i bile katmak istemezsin. Söylemek istediğim ben de herkes kadar entrikalara ya da zararlara açığım. Bu insanlar Kreisky’nin kılına zarar gelmesin istiyorsa, çünkü kendisi o çevrede pek popülerdir ve biraz çılgın çocuk diye bilinir, benim de kendimi bilinen ironik damardan formüle etmem gerek olmayabilir, ne de olsa basılmayacaktır.

O yazıyı bastırmak için hiç mücadele ettiniz mi? Yazı adına savaştınız mı?

O şirin, ahlaksız oportünistlerden oluşan Die Zeit editöryal kadrosuyla savaşmak tamamen aptallık olur. Hiçbir şekilde anlamlı olmazdı.

Peki o yayında kim kaldı? Aptal diye nitelemediğiniz kim kaldı?

Neden? Kimse… Söylediğim bu zaten.

O zaman tam da söylediğim gibi, hiç ayrım gözetmeden herkese küfrediyorsunuz ve belli ki kimse sizi artık ciddiye almayacak ve saldırılarınız amacına ulaşmayacak.

Neden ulaşmasın? Amaçlanan hedefleri vardır ya da yoktur. Her durumda, saldıran kişi o kısmı umursamaz.

Yazarken kimi düşünüyorsunuz?

Bu tabii ki tamamen aptalca bir soruydu.

O kadar aptalca değildi. Kızgın olduğunuz birini düşüyor musunuz ya da bazen sizi anlayan birini?

Yazdıklarımı okuyacak herhangi birini düşünmüyorum çünkü okuyacak herhangi biri zerre umurumda değil. Yazarken kendi keyfime bakıyorum, bana da böylesi yeterli. Daha iyi ve kendini vermiş yazmayı sürdürmeye çalışırsın, bir dansçının her zaman daha iyi dans etmeye çalışması gibi, ama tabii bu kendi kendine olacaktır, çünkü herkes, kim olursa olsun istisnasız herkes, tekrarlayarak mükemmelliğe yaklaşacaktır, aynen tenis oyuncusunun servisi gibi, bir yazar ya da yüzücü ya da oda hizmetlisi ya da gündelikçi olmak gibi. Kadın, beş yılın ardından her şeyi kırıp döküp temizlediğinden fazlasını bok ettiği ilk gününe göre daha iyi temizlik yapacaktır.

Yazmak aynı zamanda insanlarla iletişime geçmeyi denemek değil midir?

Hiçbir şekilde herhangi biriyle iletişime geçme derdim yok. Ne zaman biriyle temas etmeyi denemişim? Tam tersine, benimle temas etmeye çalışanlardan kaçtım durdum. Bana gelen tüm mektupları aynen çöpe atıyorum. Çünkü teknik olarak onlarla baş etmek imkansız, iki sekreteri olan ve küçük bir notla ayaklarına kapanmış götlekleri son raddesine dek emen o siktiriboktan yazarlar gibi davranamam. Yazdıklarımın basılmasını, kitap haline gelmesini ve böylece onlarla işimin bitmesini istiyorum sadece. Böylece onu dolabıma yerleştiririm, hem kaybolmaz hem de orada oldukça güzel durur. Yazılarımı oldukça kalitesiz, ucuz ve emici kağıtlara yazıyorum ve düzgün bir yazıtipine geçince keyfini çıkarıyorum, sonra yayıncım ban ayda bir biraz para gönderiyor ve tam o noktada tüm hikaye sona eriyor. Bundan vazgeçme isteğim yok henüz, yazmaktan ve beni içine alan ruh halinden, çünkü yazmaktan müthiş keyif alıyorum ve aslında başka bir şeye de ihtiyacım yok ve sadece burada Avusturya’da değil, dünyanın herhangi bir yerinde dahi başka birinin tekrar edemeyeceği bir şey yapıyorum gibi hissediyorum. Kırk ile altmış yaş arası düzyazı yazan biri için uygun yıllardır, bazıları için biraz daha genç olabilirsin ama ben geç gelişenlerdenim ve tam da kendi zirveme ulaşırken bu duyguyu öldürmek istemiyorum. Bunu yapmam için gerçekten deli olmam lazım. Tabii ki kimse delilikten muaf değildir…

Kesinlikle sizden yazmayı sona erdirmenizi istemiyorum. Sadece sizi anlayan ve çalışmanıza yarar sağlayacak birileriyle temas edebilirsiniz diyorum.

En çok olabildiğince yalnız olduğumda istim üzerinde oluyorum, neye yol açarsa açsın, yol açtıkları da tabii aksaklıklardan başka bir şey değil, onları da hiç kafama takmıyorum. Başka kimsenin ilgisinin olmadığı şeyleri sevebiliyorum. Sizi [Peter] Handke’yi burada üç gün yaşatmayı denemeye davet ediyorum, çığlık çığlığa kızına kaçar gider. Güçsüz, zayıf, küçük bir aile çocuğu o ve buna rağmen yalnızlıktan şikayet edip duruyor. Bu tipler tamamen yalnız olmaya dayanamayan kişilerdir. Çünkü aslında yalnız olmak oldukça çaba isteyen bir iştir. Bu çabayı göze almadan kimse benim gibi yazamayacaktır. Önemli ya da değil, bu günler tartışılır noktadadır. Handke’nin o şirin ufak kızı var. Bu beni hep kötü yola itiyor, çünkü her zaman ailenin ve benzerlerinin karşısında oldum, çünkü ailesi, çocuğu, savurgan kayak kıyafetleri ve benzeri çer çöpü Noel zamanı üzerine geçirmiş ve yanlarında çocuklarıyla St Moritz’deki lüks yayıncılarını ziyaret ediyorlar, bunları görünce dehşetten içim dışına çıkıyor, bir dakika önce burada olan, bir dakika sonra şuraya giden, kendilerini Amerika’ya davet ettirip ders veren, bir şey yazınca editörün odasına koşup iki gün sonra gazetede yayımlatanları görünce dehşete kapılıyorum. Takmıyorum, benzer şekilde davranmıyorum. Başkaları bundan rahatsız olup vazgeçebilir. Ama ben daha az umursamıyorum. Kurabiye kavanozunun kapağını tutmamı sağlayan bu güç.

Çocuklu ailelerin canınızı neden sıktığını açabilir misiniz? Annelerin her yerde kulaklarının kesilmesi gerektiğini söylemiştiniz.

Böyle söyledim çünkü insanlar dünyaya çocuk getirdiklerine inanarak yanılıyorlar. Bütün mevzu tümüyle işe yaramaz. Nihayetinde hepsi yetişkin olacak, çocuk değil. Terli, zalim, göbekli bir mal sahibi ya da soykırımcıyı doğruyorlar, yaptıkları şey bunlar, çocuklar değil. İnsanlar bebeklerinin olacağını söylüyor, aslında gerçekte seksen yaşında üzerlerine işeyecek, leş gibi kokacak, kör, topal ve gut hastalığından kıpırdayamayacak birini dünyaya getiriyorlar, dünyaya getirdikleri işte bu. Ama bunu görmüyorlar, o zaman doğa, üstün geliyor ve bütün bu boktan iş sürüp gidiyor. Ama tabii ki benim umurumda değil. Benim konumum bu noktada ancak gülünç olabilir. “Papağan” demek istemiyorum çünkü bu kelime çok cafcaflı duracak, o zaman “yaygaracı küçük kuş” diyelim. Bu küçük kuş biraz gürültü çıkarıyor, sonra ortadan kayboluyor, gidiyor. Orman büyük, karanlık. Ormanda bir baykuş bazen ciyak ciyak bağırıp diğerlerine huzur vermiyor. İşte ben oyum. Ve başka herhangi bir şey olmak için en ufak arzum yok.

Otobiyografinizde imzanızın karakteristiğinin farklı olmadığını yazıyorsunuz.

İşte olduğu gibi alınamayacak bir konu daha. Ben herhangi bir şeyden farksız değilim, ama her şeyden farksız da olmalıyım, çünkü başka türlü devam edemem. Bu konuda söylenebilecek yegane şey bu.

Teyzenizin sizin ve çalışmalarınız üzerindeki etkisi nedir?

On dokuz yaşımdan beri hayatımda hiç kuşkusuz en önemli insan hep o oldu.

Onun öleceği düşüncesi sizi ürkütüyor mu?

Neredeyse dayanılmaz buluyorum, ama göreceğiz. Yakında böyle olacak gibi görünüyor. Beni çığrımdan çıkarabilir. Dürüst olmak gerekirse, durum bu. Daha sonra tamamen bitebilirim, ama bir şey ancak bir kez olur diyebilirsiniz, çünkü kuşkusuz hiçbir şeyi tahmin edemeyiz. Teyzem öldüğünde, ölü olacak. O zaman ben de seni arayacağım, böylece sen dayım olacaksın.

Diyosunuz ki, yerine konamayacak bir insan vardır, bağlanabilen biri? 

Bir yerden bir şekilde bir sütçü kız çıkagelir boşluğu doldurur. Hayır, tabii ki yerine konamayacak kimse yoktur.

O zaman şu açıklamanızda ısrarlısınız: “Yalnız kalmak istiyorum.”

Başka şansım yok anlamıyor musun? Yaşamdan istediğim gibi keyif almak için, yalnız olmaktan başka şansım yok. İşin aslı başka insanlarla yakın olmak benim için ölümcül. Ama bu benim için üzgün hissetmeye bir neden değil. herkes kendi derdi için sadece kendini suçlamalı.

Yaşamda sizin için, yazmanın yerini tutabilecek bir şey var mı? 

Herhangi bir şeyin yerine konacak bir başkası yoktur. Her zaman bisiklet sürebilirim mesela, ama sence bunu başka bir şeyin yerine mi yapıyorumdur?

Güzel bir gün, aniden aklınıza fikir gelmemeye başlarsa ne yapacaksınız? 

Böylesi sorular seni hiçbir yere götürmez. Bir şarkıcıya sesin olmazsa ne yaparsın demek gibi. Ne cevap vermesini istersin? “Sessizce şarkı söylerim” mi desin? Şöyle olabilir, ne zaman bir şey yazsan, son olduğunu düşünürsün, tekrar yapamayacağını ve yapmak istemediğini. Ama beni başka hiçbir şey ilgilendirmiyor.

Peki yarın aniden hayatınızın aşkıyla karşılaşırsanız? 

Bunu engelleyemem.

Kaynak: http://www.futuristika.org/thomas-bernhard-sanatoryumlarda-gezerken-sevismek-olmazdi/


Thomas Bernhard

23 Nisan 2014 Çarşamba

To Be Read in the Morning and at Night / Bertolt Brecht

TO BE READ IN THE MORNING AND AT NIGHT

My love
Has told me
That he needs me.

That's why
I take good care of myself
Watch out where I'm going and
Fear that any drop of rain
Might kill me.

Bertolt Brecht





PARA LEER POR LA MAÑANA Y POR LA NOCHE

Aquel al que yo amo
me ha dicho que me necesita.

Por eso
tengo mucho cuidado
miro bien dónde piso
y me causa temor
cada gota de lluvia
que pudiera matarme.

Bertolt Brecht





DA LEGGERE IL MATTINO E LA SERA

Quello che amo
Mi ha detto
Che ha bisogno di me

Per questo ho cura di me stessa
guardo dove cammino e
temo che ogni goccia di pioggia
mi possa uccidere

Bertolt Brecht





POUR LIRE DEDANS LE MATIN ET LA NUIT

Mon amour
M'a dit
Qu'il a besoin de moi.

C'est pourquoi
J'enlève à bon soin
De me la montre où je vais
Et crains que n'importe quelle goutte de pluie
Pourrait me tuer.

Bertolt Brecht





SABAH AKŞAM OKUNMASI İÇİN

Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını

Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi.

Bertolt Brecht

Çeviri: Turgay Fişekçi


Photo by Gundega

Tajtékos ég / Miklós Radnóti

Tajtékos ég

Tajtékos égen ring a hold,
csodálkozom, hogy élek.
Szorgos halál kutatja ezt a kort
s akikre rálel, mind olyan fehérek.

Körülnéz néha s felsikolt az év,
körülnéz, aztán elalél.
Micsoda ősz lapul mögöttem ujra
s micsoda fájdalomtól tompa tél!

Vérzett az erdő és a forgó
időben vérzett minden óra.
Nagy és sötétlő számokat
írkált a szél a hóra.

Megértem azt is, ezt is,
súlyosnak érzem a levegőt,
neszekkel teljes, langyos csönd ölel,
mint születésem előtt.

Megállok itt a fa tövében,
lombját zúgatja mérgesen.
Lenyúl egy ág. Nyakonragad?
nem vagyok gyáva, gyönge sem,

csak fáradt. Hallgatok. S az ág is
némán motoz hajamban és ijedten.
Feledni kellene, de én
soha még semmit sem feledtem.

A holdra tajték zúdúl, az égen
sötétzöld sávot von a méreg.
Cigarettát sodrok magamnak,
lassan, gondosan. Élek.

1940 jún. 8

Miklós Radnóti ~ (1909–1944)





FOAMY SKY

The moon sways on a foamy sky,
I am amazed that I live.
An overzealous death searches this age
and those it discovers are all so very pale.

At times the year looks around and shrieks,
looks around and then fades away.
What an autumn cowers behind me again
and what a winter, made dull by pain.

The forest bled and in the spinning
time blood flowed from every hour.
Large and looming numbers were
scribbled by the wind onto the snow.

I lived to see that and this,
the air feels heavy to me.
A war sound-filled silence hugs me
as before my nativity.

I stop here at the foot of a tree,
its crown swaying angrily.
A branch reaches down — to grab my neck?
I'm not a coward, nor am I weak,

just tired. I listen. And the frightened
branch explores my hair.
To forget would be best, but I have
never forgotten anything yet.

Foam pours over the moon and the poison
draws a dark green line on the horizon.
I roll myself a cigarette
slowly, carefully. I live.

8 June 1940

Miklós Radnóti ~ (1909–1944)

Translated by Gina Gönczi





KÖPÜKLENEN GÖK

Sallanıyor ay köpüklenen gökte,
şaşıyorum nasıl canlı kaldığıma.
Çalışkan ölüm tarayıp duruyor çağı
apak kesiliyor kimi bulursa.

Yıl, hıçkırıyor ve baygın düşüyor
bakınarak ikide bir çevresine.
Sinsi bir güz arkamda diyerek
acılarla yüklü bir kış arkamda yine!

Orman kanadı, dönüp durmakta olan
zaman içindeki bütün saatler kanadı,
karın üzerine yazdığı rüzgârın
iri ve kara sayılardı.

Anlıyorum onu da, ötekini de,
duyumsuyorum hava nasıl ağır,
kıpırtılı, ılık bir sessizlik beni
doğum öncesindeki gibi kuşatmaktadır.

Duruyorum burda, dibinde ağacın,
yapraklarını öfkeyle hışırdatan.
Sarkıyor bir dal. Yakalar mı yoksa?
Ne güçsüz biriyim, ne korkan,

yorgunum yalnız. Susuyorum. Ve dal
sessizce karıştırıyor saçımı, çekingen.
Unutmak gerekirdi ama yaşam boyunca
hiçbir şeyi unutmadım ben.

Üstüne köpük dökülüyor ayın,
öfke bir çizgi çekiyor gökte koyu yeşil,
kendime bir sigara sarıyorum
ağır ağır, özenerek. Yaşıyorum.

8 Haziran 1940

Miklós Radnóti ~ (1909–1944)

Çeviri: Kemal Özer – Edit Tasnádi


Miklós Radnóti ~ (1909–1944)

Kısa Bir Not / Edip Cansever

KISA BİR NOT

Ve yıllarca sonra kadının ölüsünü
Bir bulantı cenazesi gibi kaldırdılar içimden.

O gece konağın bütün lambalarını yaktım
Elimde bir içki şişesiyle ben
Sanki bir insan şehrayini vardı da, ben
Gecesiz bir sarışındım
Gecesiz bir sarışındım ve işte
Bütün kapıları açtım kapadım
Kırdım parçaladım elime ne geçtiyse
Biblolar mı olur, yağlıboya tablolar mı, kristal takımlar mı
Elime ne geçtiyse
Açtım pencereleri dışarı attım.

Durmadan atıyordum, eşyalar bitmiyordu ki hiç
Eşyalar bitmedikçe öfkeyle içiyordum
Ve kinle
İniltiler duyuyordum aşağıdan yukarıdan
Ve bağrışmalar
Ve çığlıklar duyuyordum bir de
Tanıdığım artık ve bildiğim iyice
Acayip hayvan seslerine benzeyen
- Konak ki bir şimşekti de, elle düzeltilmişti sanki bir yağmur öncesinde -
Uşaklar evlatlıklar birbirine giriyordu
Birbirlerinden çıkıyordular
Aralarına karıştım
Boşaldım boşaldım boşaldım
Ve bilirdim, biliyordum, süresiz bir sarışındım
Başkalarını da çağırdım daha sonra
Ve karşıladım.

Oramla karşıladım, en çok oramla
Kapıda karşıladım, düşümde karşıladım
Bir sürü adamlar geldi,o bir sürü adamla bir sürü kadınlar
Nerde kim varsa işte bir bir geliyordular
Mutsuzlar, umutsuzlar, uyumsuzlar
Ellerinde paketlerle geliyordular - neler yoktu ki -
İçkiler, çiçekler, pastalar
Küçük küçük paketler, büyük büyük kutular.

(Ah, ne de çok şeyleri vardır da, nasıl
Hep böyle yerinde harcar bu kentsoylular.)

Giysiler giysiler gene giysiler
Fiyonklar, boncuklar, payetler
Değerli - değersiz, sahici - yalancı
Türlü türlü iğneler, yüzükler ve kolyeler
Önce hep nasılsınızlar, lütfenler, oturmaz mısınızlar
Denenmiş iç geçirmeler, gizliden bakışmalar
Ve yaldızlı cümleler
Bu pazar ne yaptınız? Hangi pavyonda? Sahi mi?
İğreti kahkahalar, ucuzundan gülmeler
Bacak bacak üstüne atmalar, yerlere uzanmalar
Sigaralar içkiler
Sonra gene içkiler, hiç bitmeyen içkiler
Ve dudaklar ve gözler, ince uzun boyunlar
Memeler, kalçalar, kıçlar, falluslar
Ve yavaştan seviciler, ibneler
Poz kesen jigololar.

(Nasıl da vaktini bilirler her şeyin
Ve vaktinde girişirler herşeye bu kent soylular.)

Sabaha karşı duruldu her şey
Gidenler, gelenler, yeniden gidip gelenler
Duruldu konak
Denizanaları gibi açıldı kapandı
Sızanlar mı dersiniz, uyuyup kalanlar mı
- Elle düzeltilmiş bir yağmur sonrası mı acaba -
Bir ara yağma edildiydi bütün kamçılar
Ne kalmışsa kırıp dökmediğim
Fırlatıp atmadığım
Yağma edildiydi gümüş şamdanlar
Saatler, konsollar, sehpalar
Perdeler, avizeler, halılar.

(Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz
Görseniz nasıl ince
Nasıl da kibardırlar bu kentsoylular.)

Kanadı kanadı kanadı o gece bütün konak
Görkemli bir Kadın kaburgasını andıran konak
Bahçede acı acı bağıran tavuskuşları.

(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar, azıcık da şakaya filan alırlar
Ve usuldan ve bozmadan hiç durumlarını
Çıkarlar kırıtaraktan dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)

Yaktım konağı da o gece
Bir daha, bir daha yaktım
Yüzlerce, yüzbinlerce yaktım hiç usanmadan
Aklımda bunlar kaldı sadece.

Soluksuz sessiz
Gölgesiz devinimsiz
Bir Ruhi Bey olarak Ruhi Beysiz
Kentin içine kadar sokuldum.
Ağzımın içi zehir gibiydi
Tuttum bir sigara yaktım
Kravatımı düzelttim
Ayakkabılarımı sildim
Ve sordum:
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim iyiyim.

Edip Cansever


Edip Cansever

22 Nisan 2014 Salı

Gabriela Mistral - (El Ruego)

EL RUEGO

¡Pero no! ¿Cómo Dios dejaría enjuta la yema de mi seno si El mismo amplió mi cintura? Siento crecer mi pecho, subir como el agua en un ancho estanque, calladamente. Y su esponjadura echa sombra como de promesa sobre mi vientre.

¿Quién sería más pobre que yo en el valle si mi seno no se humedeciera?

Como los vasos que las mujeres ponen para recoger el rocío de la noche, pongo yo mi pecho ante Dios; le doy un nombre nuevo, le llamo el Henchidor, y le pido el licor de la vida. Mi hijo llegará buscándolo con sed.

Gabriela Mistral - (Poema De Las Madres)





THE PRAYER

But no! Would God let the buds of my breasts dry up, when He Himself widened my waist? I feel my breasts grow, swelling like water in a wide pool, silently. And their softness casts a shadow like a promise across my belly.

Who in all the walley would be poorer than I, if my breasts never did moisten?

Like the vessels that women set out at night to catch the dew, I place my breasts before God; I give Him a new name, He Who Fills, and I ask Him for the fluid of life, in abundance. My child will come thirstily, searching for it.

Gabriela Mistral - (The Mother's Poems)

Translated by Stephen Tapscott





DUA

Ama hayır! Benim kalçalarımı biçimlendiren Tanrı nasıl izin verebilirdi göğsümdeki goncaların kurumasına? Büyüdüğünü duyumsuyorum göğsümün, yükseldiğini büyük bir barajdaki su gibi, sessizlikte. Ve şişkinliği vuruyor söz-veren bir gölge gibi karnıma.

Kim bu vadide ıslaklığı memelerini doldurmayan benden daha yoksul olabilirdi ki?

Gecenin çiy’ini toplamak için kadınların dışarı koydukları çömlekler gibi, dönüyorum bağrımı Tanrı’ya; yeni bir ad veriyorum oğluma, Gerçekleştiren adını veriyorum O’na, ve yalvarıyorum O’na hayatın şerbeti için. Oğlum gelecek ve arayacak onu susuzluğuyla.

Gabriela Mistral

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy


Fruta Prohibida, 1976, by Manuel Álvarez Bravo

Naked (1993)

"You see, the thing is, Brian, that God is a hateful god. Must be, because if God is good, then why is there evil in the world? Why is there pain and hate and greed and war? Doesn't make sense. But if God is a nasty bastard, then you can say, "Why is there good in the world? Why is there love and hope and joy?" Well, let's face it. Good exists in order to be fucked up by evil. The very existence of good enables evil to flourish. Therefore, God is bad. And it doesn't matter how many past or future existences you have, because they're all gonna be riddled with grief and anguish and sickness and death. You see, Brian, God doesn't love you. God despises you. So there's no hope, and mankind is just a component of the device by which the devil creates itself."

Naked (1993) - A quote from the movie.





"Bak Brian, sorun şu ki Tanrı, nefret dolu bir Tanrıdır. Tanrı iyi olsaydı, şeytanın dünyada ne işi olurdu? Acı, nefret, açgözlülük ve savaşlar neden var? Hiç mantıklı değil. Fakat eğer Tanrı boktan bir piç ise "Dünyada iyilik neden var?" diye sorabilirsin. "Aşk, umut ve zevk neden var?" diye sorabilirsin. Gel şununla yüzleşelim. İyi, kötü tarafından düzülmek için vardır. İyinin yadsınamaz varlığı kötünün hava basmasını sağlar. Bu yüzden, Tanrı kötüdür. Ve kaç tane geçmiş ya da gelecek varlığın olursa olsun bunların tümü acı ve ıstırap ve hastalık ve ölüm tarafından delik deşik edilecektir. Görüyorsun Brian, tanrı seni sevmiyor. Tanrı seni küçümsüyor. Yani hiç umut yok. Ve insanoğlu sadece şeytanın kendi kendini yarattığı cihazın bir bileşeni."

Naked (Çıplak) 1993 - Filmden bir alıntı.


Naked (1993) - A scene from the movie.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Corriente Alterna / Octavio Paz

"Si hay cielo, está aquí y ahora, en el instante del abrazo carnal, no en un más allá sin horas y sin cuerpos." Octavio Paz - (Corriente Alterna)





"If there is a heaven, it is here and now, at the moment of carnal embrace, not in a beyond where there is no time, where there are no bodies." Octavio Paz - (Alternating Current)





"Cennet diye bir şey varsa eğer, şimdi ve buradadır, bedensel kucaklaşmadadır; yoksa zamandan ve bedenden yoksun öteki dünyada değil." Octavio Paz - (Düşler Boyunca Yaratmak)

Çeviri: Ahmet Cemal - (Octavio Paz / Düşler Boyunca Yaratmak / Can Yayınları)


Composition, by Nacho Kamenov

20 Nisan 2014 Pazar

Paroles dans l'ombre / Victor Hugo

PAROLES DANS L'OMBRE

Elle disait: C'est vrai, j'ai tort de vouloir mieux;
Les heures sont ainsi très-doucement passées;
Vous êtes là; mes yeux ne quittent pas vos yeux,
Où je regarde aller et venir vos pensées.

Vous voir est un bonheur; je ne l'ai pas complet.
Sans doute, c'est encor bien charmant de la sorte!
Je veille, car je sais tout ce qui vous déplaît,
A ce que nul fâcheux ne vienne ouvrir la porte;

Je me fais bien petite, en mon coin, près de vous;
Vous êtes mon lion, je suis votre colombe;
J'entends de vos papiers le bruit paisible et doux;
Je ramasse parfois votre plume qui tombe;

Sans doute, je vous ai; sans doute, je vous vois.
La pensée est un vin dont les rêveurs sont ivres,
Je le sais; mais, pourtant, je veux qu'on songe à moi.
Quand vous êtes ainsi tout un soir dans vos livres,

Sans relever la tête et sans me dire un mot,
Une ombre reste au fond de mon coeur qui vous aime;
Et, pour que je vous voie entièrement, il faut
Me regarder un peu, de temps en temps, vous-même.

Victor Hugo





WORDS IN THE SHADOW

She said, "I am wrong to want something more, it's true.
The hours go by very quietly just so.
You are there. I never takes my eyes off you.
In your eyes I see your thoughts as they come and go.
To watch you is a joy I have not yet got through.
No doubt it is still very charming of its kind!
I watch, for I know everything that annoys you.
So that nothing comes knocking when you're not inclined.
I make myself so small in my corner near you.
You are my great lion, I am your little dove.
I listen to your leaves, the peaceful froufrou.
Sometimes I pick up your pen when it falls off.
Without a doubt I have you. Surely I see you.
Thinking is a wine on which the dreamers are drunk.
I know. But sometimes I'd like to be dreamed of too.
When you are like that, in your books, all evening, sunk.
No lifting your head or saying a word to me,
There is a shadow deep down in my loving heart.
For me to see you whole, it is necessary
To look at me a little, sometimes, on your part."

Victor Hugo





GÖLGEDE SÖZCÜKLER

O kadın dedi, "Yanlışım daha fazla birşey istemek için, doğrudur.
Saatler böyle çok sessizce uzar.
Sen ordasın. Gözlerimi hiç bir zaman ayırmam senden.
Görürüm gözlerinde düşüncelerini gelip giderlerken.
Sana bakmak bir sevinçtir daha bitirmemiş olduğum.
Hiç şüphesiz hâla kendine göre bir büyüsü olsa gerek!
Bakarım, çünkü biliyorum seni sinirlendiren her şeyi.
Öyle ki hiçbirşey çalıp kapıyı gelmez eğer isteğin yoksa senin.
Kendimi küçücük yaparım yanındaki köşemde.
Sen büyük aslanımsın, ben küçük güvercinin.
Dinlerim yapraklarını, huzur dolu hışırtısını ipek giysinin.
Bazen kalemini toplarım düştüğü zaman.
Hiç kuşkusuz benimsin. Kesinlikle görüyorum seni.
Düşünce bir şaraptır üstünde düş görenlerin sarhoş olduğu.
Biliyorum. Fakat bazen ben de arzu ederim düşlenmeyi
Sen öyleyken, bütün gece kitaplarına gömülü,
Başını kaldırmadan ya da bir söz söylemeden bana,
Derin bir gölge yatar sevgi dolu kalbimin altında.
Seni bütünüyle görmem için, gereklidir
Azıcık bakmak bana, ara sıra, üzerinden sana düşen şeylerin."

Victor Hugo

Çeviri: Vehbi Taşar


L'asym, by Chapala Dmitry

19 Nisan 2014 Cumartesi

Есть в близости людей заветная черта / Анна Ахматова

Есть в близости людей заветная черта,
Ее не перейти влюбленности и страсти, —
Пусть в жуткой тишине сливаются уста
И сердце рвется от любви на части.

И дружба здесь бессильна и года
Высокого и огненного счастья,
Когда душа свободна и чужда
Медлительной истоме сладострастья.

Стремящиеся к ней безумны, а ее
Достигшие — поражены тоскою…
Теперь ты понял, отчего мое
Не бьется сердце под твоей рукою.

1915

Анна Ахматова





In Human Closeness There...

In human closeness there is a secret edge,
Nor love nor passion can pass it above,
Let lips with lips be joined in silent rage,
And hearts be burst asunder with the love.

And friendship, too, is powerless plot,
And so years of bliss with noble tends,
When your heart is free and known not,
The slow languor of the earthy sense.

And they who strive to reach this edge are mad,
But they who reached are shocked with anguish hard --
Now you know why beneath your hand
You do not feel the beating of my heart

1915

Anna Akhmatova

Translated by Yevgeny Bonver





There are people in the vicinity of a treasured trait...

There are people in the vicinity of a treasured trait
She did not go love and passion -
Let eerie silence merge mouth
And my heart is torn apart by love .

And friendship is powerless , and the year
High fire and happiness,
When the soul is free and alien
Languor sluggishness voluptuousness .

Aspiring to her mad , and it
Reached - amazed anguish ...
Now you understand why my
No heart beats under your hand

1915

Anna Akhmatova





Hay en la intimidad un límite sagrado...

Hay en la intimidad un límite sagrado
Que trasponer no puede aun la pasión más loca
Siquiera si el amor el corazón desgarra
Y en medio del silencio se funden nuestras bocas.

La amistad nada puede, nada pueden los años
De vuelos elevados, de llameante dicha,
Cuando es el alma libre y no la vence
La dulce languidez del goce y la lascivia.

Pretenden alcanzarlo mentes enajenadas,
Y a quienes lo trasponen los colma la tristeza.
¿Comprendes tú ahora por qué mi corazón
No late a ritmo debajo de tu diestra?

1915

Ana Ajmatova

Versión de María Teresa León





İNSANLARIN YAKINLIĞINDA GİZEMLİ BİR ÇİZGİ VAR

İnsanların yakınlığında gizemli bir çizgi var,
Bu çizgiyi aşamaz tutku ve ölesiye sevmek.
Korkunç bir ıssızlıkta varsın birleşsin ağızlar
Ve çatlasın, parça parça dağılsın yürek.

Dostluk da güçsüzdür burada, yılları da
Yüksek mutluluk ateşinin,
Ruh özgürdür ve yabancıdır burada
Ağırkanlı bitkinliğinde şehvetin.

Çılgındır koşanlar buna erişmek için,
Erişenlerse bir özlemle uğramıştır bozguna.
İşte şimdi anladın sen, niçin
Çarpmıyor artık yüreğim avuçlarında.

Anna Ahmatova

Çeviri: Azer Yaran


Paris, 1932, by Brassaï

18 Nisan 2014 Cuma

The Rosy Crucifixion: Sexus / Henry Miller

HENRY, MAUDE AND ELSIE

I

As she came back I heard her whispering to the girl from upstairs. She tapped lightly on the glass panel. “Put something on.” she cooed, “I’ve got Elsie with me.”

I went into the bathroom and wrapped a towel around my loins. Elsie went into a fit of laughter when she saw me. We hadn’t met since the day she found me lying in bed with Mona. She seemed in excellent good humor and not at all embarrassed by the turn of events. They had brought down another bottle, of wine and some cognac. And the gramophone and the records.

Elsie was in just the mood to share our little celebration. I had expected Maude to offer her a drink and then get rid of her more or less politely. But no, nothing of the kind. She wasn’t at all disturbed by Elsie’s presence. She did excuse herself for being half-naked, but with a good-natured laugh, as though it were just one of those things. We put a record on and I danced with Maude. The towel slipped off but neither of us made any attempt to pick it up. When we ungrappled I stood there with my prick standing out like a flag-pole and calmly reached for my glass. Elsie gave one startled look and then turned her head away. Maude handed me the towel, or rather slung it over my prick. “You don’t mind, do you, Elsie?” she said. Elsie was terribly quiet – you could hear her temples hammering. Presently she went over to the machine and turned the record over. Then she reached for her glass without looking at us and gulped it down.

“Why don’t you dance with her?” said Maude. “I won’t stop you. Go ahead, Elsie, dance with him.”

I went up to Elsie with the towel hanging from my prick. As she turned her back to Maude she pulled the towel off and grabbed it with a feverish hand. I felt her whole body quiver, as though a chill had come over her.

“I’m going to get some candles.” Said Maude. “It’s too bright in here.” She disappeared into the next room. Immediately Elsie stopped dancing, put her lips to mine and thrust her tong down my throat. I put my hand on her cunt and squeezed it. She was still holding my cock. The record stopped. Neither of us pulled away to shut the machine off. I heard Maude coming back. Still I remained locked in Elsie’s arms.
This is where the trouble starts, I thought to myself. But Maude seemed to pay no attention.

She lit the candles and then turned the electric light off. I was pulling away from Elsie when I felt her standing beside us. “It’s all right,” she said. “I don’t mind. Let me join in.” And with that she put her arms around the two of us and we all three began kissing one another.

“Whew! it’s hot!” said Elsie, breaking away at last.

“Take your dress off, if you like, “said Maude. “I’m taking this off,” and suiting action to word she slipped out of the wrap and stood naked before us.

The next moment we were all stark naked.

I sat down with Maude on my lap. Her cunt was wet again. Elsie stood beside us with her arm around Maude’s neck. She was a little taller than Maude and well built. I rubbed my hand over her belly and twined my fingers in the bush that was almost on a level with my mouth. Maude looked on with a pleasant smile of satisfaction. I leaned forward and kissed Elsie’s cunt.

II

We hid the bottles away, piled the dishes up in the sink, and took the phonograph upstairs with us. It was just as well that Melanie shouldn’t suspect too much. We tip-toed through the hall and up the stairs, our arms loaded.

I lay between the two of them, a hand on either cunt. They lay quietly for a long while, sound asleep I thought. I was too tired to sleep. I lay with eyes wide open, staring up into the darkness. Finally I turned over on my side. Towards Maude.

Instantly she turned towards me, putting her arms around me and glueing her lips to mine. Then she removed them and placed them to my ear. “I love you,” she whispered faintly. I made no answer. “Did you hear?” she whispered. “I love you!” I pressed her close and put my hand between her legs. Just then I felt Elsie turning round, cuddling up to me spoon fashion. I felt her hand crawling between my legs, squeezing my balls. She had her lips against my neck and was kissing me softly, warmly, with wet, cool lips.

After a time I turned back to a prone position. Elsie did the same. I closed my eyes, tried to summon sleep. It was impossible. The bed felt deliciously soft, the bodies beside me were soft and clinging, and the odor of hair and sex was in my nostrils. From the garden came the heavy fragrance of rain-soaked earth. It was strange, soothingly strange, to be back in this big bed, the marital bed, with a third person beside us, and the three of us enveloped in frank, sensual lust. It was too good to be true. I expected the door to be flung open any moment and an accusing voice scream: “Get out of there, you brazen creatures!” But there was only the silence of the night, the blackness, the heavy, sensual odors of earth and sex.
When I shifted again it was towards Elsie. She was waiting for me, eager to press her cunt against me, slip her thick, taut tong down my throat.

“Is she asleep?” she whispered. “do it once more,” she begged.

I lay motionless, my cock limp, my arm drooping over her waist.

“Not now,” I whispered. “In the morning maybe.”

“No, now! she begged. My prick was curled up in her hand like a dead snail. “Please, please,” she whispered, “I want it. Just one more fuck, Henry.”

“Let him sleep,” said Maude, snuggling up. Her voice sounded as if she were drugged.

“All right” said Elsie, patting Maude’s arm. Then, after a few moments of silence, her lips pressed against my ear, she whispered slowly, allowing a pause between each word: “When she falls asleep, yes?” I nodded. Suddenly I felt that I was dropping off. “Thank god,” I said to myself.

There was a blank, a long blank, it seemed to me, during which I was completely out.

I awakened gradually, dimly conscious that my prick was in Elsie’s mouth. I ran my hand over her head and stroked her back. She put her hand up and placed her fingers over my mouth, as if to warn me not to protest. A useless warning because, curiously enough, I has awakened with a full knowledge of what was coming. My prick was already responding to Elsie’s labial caresses. It was a new prick: it seemed thinner, longer, pointed – a dog-like prick. And it had life in it, as though it had refreshed itself independently, as though it had taken a nap all by itself.

Gently, slowly, stealthily – why had we become furtive now? I wondered – I pulled Elsie up and over me. Her cunt was different than Maude’s longer, narrower, like the finger of a glove slipping over my prick. I made comparisons as I cautiously jogged her up and down. I ran my fingers along the edge and grabbed her bush and tugged it gently. Not a whisper passed our lips. Her teeth were fastened in to the dump of my shoulder. She was arched so that only the tip of it was in her and around that she was slowly, skilfully, torturingly twirling her cunt. Now and then she sank down on it and dug away like an animal.

“God, I love it!” she finally whispered. “I’d like to fuck you every night.”
We rolled over on our sides and lay there glued together, making no movement, no sound. With extraordinary muscular contractions her cunt played with my prick as if it had a life and will of its own.

“Where do you live?” she whispered. “Where can I see you… alone? Write me to-morrow… tell me where to meet you. I want a fuck every day… do you hear? Don’t come yet, please. I want it to last forever.”

Silence. Just the beating of her pulse between the legs. I never felt such a tight fit, such a long, smooth, silky, clean, fresh tight fit. She couldn’t have been fucked more than a dozen times. And the roots of her hair, so strong and fragrant. And her breasts, firm and smooth, almost like apples. The fingers too, strong, supple, greedy. always wandering, clutching, caressing, tickling. How she loved to grab my balls, to cup them, weigh them, then ring the scrotum with two fingers, as of she were going to milk me. And her tongue always active, her teeth biting, pinching, nipping…

She’s very quiet now, not a muscle stirring. Whispers again.

“Am I doing all right? You’ll teach me, won’t you? I’m rooty. I could fuck forever…

You’re not tired any more, are you? Just leave it like that… don’t move. If I come don’t take it out… you won’t, will you? God, this is heaven…”

Quiet again. I have the feeling I could lie this way indefinitely. I want to hear more.

“I’ve got a friend,” she whispers. “We could meet there… she wouldn’t say anything. Jesus, Henry, I never thought it could be like this. Can you fuck like this every night?”

I smiled in the dark.

“What’s the matter?” she whispered.

“Not every night,” I whispered, almost breaking into a giggle.

“Henry, fuck! Quick, fuck me… I’m coming.”

We came off simultaneously, a prolonged orgasm which made me wonder where the damned juice came from.

“You did it!” she whispered. Then: “It’s all right… it was marvellous.”
Maude turned over heavily in her sleep.

“Good-night,” I whispered. “I’m going to sleep – I’m dead.”

“Write me to-morrow,” she whispered, kissing my cheek. “Or phone me… promises I grunted. She cuddled up to me, her arm around my waist. We fell into a trance.

Henry Miller - (The Rosy Crucifixion: Sexus)





HENRY, MAUDE VE ELSIE

I

Geri geldiğinde, yukarıdaki kıza bir şeyler fısıldadığını duydum. Cama hafifçe vurdu. "Üstüne bir şey al." diye öttü, "yanımda Elsie var."

Banyoya girdim ve belime bir havlu doladım. Beni görür görmez Elsie gülmeye başladı. Yatakta Mona ile yatarken bizi bastığı günden beri kendisini görmemiştim. Neşesi yerindeydi ve olayların seyrinden hiç de utanmış değildi. Bir şişe şarapla biraz da konyak getirmişlerdi. Ve de pikapla birtakım plaklar.

Elsie bu küçük kutlamamızı bizimle paylaşacak havadaydı. Maude'un ona biraz içki ikram edeceğini, sonra da aşağı yukarı nazik bir şekilde yol vereceğini sanmıştım. Hiç de öyle olmadı. Elsie'nin varlığı hiç de rahatsız etmiyordu kendisini. Tatlı bir tebessümle yarı çıplak olduğu için özür diledi. Bir plak koyduk ve Maude'la dans etmeye başladım. Havlu kaydı, ancak hiçbirimiz yerden kaldırma zahmetine katlanmadık. Ayrıldığımızda ben ortada cascavlak, bayrak direği gibi dimdik duruyordum; bardağımı elime aldım. Elsie şaşkın şaşkın baktı ve başını çevirdi. Maude havluyu verdi, daha doğrusu üstüne koydu. "Dert edinmiyorsun Elsie, değil mi?" diye sordu. Elsie son derece sessizdi; şakaklarının atışını duyuyordum. Pikabın yanına gitti ve plağın öteki yüzünü çevirdi. Sonra da bize bakmadan bardağını aldı ve içkisini yudumladı.

"Neden onunla dans etmiyorsun" diye sordu Maude. "Sana engel olacak değilim. Haydi Elsie, dans et onunla."

Havlu sallanır bir vaziyette Elsie'ye yaklaştım. Sırtını Maude'a çevirir çevirmez havluyu çekti ve hararetle tuttu. Sanki üşümüş gibi bütün vücudunun titremekte olduğunu hissettim.

Maude, "Burası çok aydınlık, mumu getireceğim." dedi ve yandaki odada kayboldu. Elsie hemen dansı kesti, dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı ve diliyle boynumu yalamaya başladı. Elimi onun üzerine koydum ve sıkmaya başladım. Hala tutuyordu. Plak bitti. Hiçbirimiz pikabı kapama zahmetine katlanmadık. Maude'un geldiğini duydum; ancak hala Elsie'nin kolları arasındaydım.

Kendi kendime, kavga başlıyor diye düşündüm. Ama Maude hiç dikkat etmiyormuş gibi davrandı. Mumları yaktı ve elektriği söndürdü. Elsie'yi kendimden iterken "Zararı yok. Fark etmez. Bırakın da ben de katılayım." dediğini duydum. Ve kollarını bizim boynumuza doladı; birbirimizi öpmeye başladık.

Sonunda Elsie çekilerek, "Of, çok sıcak!" dedi.

"İstersen elbiseni çıkar." dedi Maude. "Ben şunu çıkaracağım." Ve bunu söyleyerek üstündekini çıkardı; çırılçıplaktı şimdi.

Az sonra üçümüz de çırılçıplaktık.

Maude kucağımda oturuyordu. Yine ıslanmıştı. Elsie, kolu Maude'un boynuna dolanmış bir vaziyette yanımızda duruyordu. Maude'dan biraz daha uzun boyluydu ve şahane bir vücuda sahipti. Elimle ovmaya, parmaklarımı gezdirmeye başladım. Maude tatmin olmuş gibi gülümseyerek bakıyordu. Eğildim ve Elsie'yi öptüm.

Maude sadece "Artık kıskanmamak ne güzel" dedi.

Elsie'nin suratı kıpkızıl olmuştu. Rolünün ne olduğunu, nereye kadar gitme cüreti göstereceğini bilemiyordu. Samimiyetine sanki pek inanmamış gibi, dikkatle Maude'u inceliyordu. Bir yandan parmaklarım Elsie'de, ihtirasla Maude'u öpüyordum. Elsie'nin hareket ettiğini ve yaklaştığını hissettim. Parmaklarım ıslandı. Aynı zamanda Maude vücudunu kaldırdı ve tam içinde oturmaya başladı. Şimdi ileriye dönüktü suratı ve Elsie'nin memelerinin hizasındaydı. Başını yükseltti ve aldı. Elsie hafifçe haykırdı ve ipekten spazmlarla titremeye başladı. Elsie'nin belinde duran Maude'un elleri şimdi yanaklarını okşuyordu. Az sonra kaydı kaydı ve benimkiyle birleşti. İçgüdüyle elimi çektim. Elsie biraz oynadı ve Maude eğilip ağzını Elsie'ye yapıştırdı. Aynı zamanda Elsie de öne doğru eğildi ve dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. Sıtmaya yakalanmış gibi her üçümüz de titriyorduk.

Maude'un gelmek üzere olduğunu hissedince, kendimi Elsie'ye saklamaya karar verdim. Hala dimdik, Maude'u yavaşça kucağımdan kaldırdım ve Elsie'ye yetiştim. Sırtüstü yatırdı beni, bacaklarımı açtırdı, dudaklarını benimkilere yapıştırdı ve devam etti. Maude banyoya gitmişti. Döndüğünde Elsie kucağımdaydı, kolları boynuma dolanmış bir vaziyette, suratı sımsıcak. Sonra Elsie kalktı ve banyoya gitti. Lavaboya gittim ve yıkandım.

II

Şişeleri bir kenara koyduk, kapları lavaboya doldurduk ve pikabı da alarak yukarıya çıktık. Melanie'nin pek fazla kuşkulanmaması gerekiyordu. Kollarımızda yükümüz, ayaklarımızın ucuna basa basa holden ilerledik ve merdivenleri tırmandık.

İkisinin arasında uzanmıştım, ellerim onların üzerinde. Uzun süre sessizce yattılar; uyukladıklarını sandım. Gözlerim açık, karanlığı süzüyordum. Nihayet yana döndüm; Maude'a doğru. Hemen o da bana doğru döndü, kollarını boynuma doladı ve dudaklarını yapıştırdı. Sonra kulaklarımı öpmeye başladı. Sessizce "Seni seviyorum." diye fısıldadı. "Seni seviyorum!" Cevap vermedim. "Duyuyor musun?" diye fısıldadı, "Seni seviyorum!" Kendime doğru çektim ve elimi bacaklarının arasına yerleştirdim. Bu sırada Elsie'nin bana doğru döndüğünü ve kaşık gibi vücudunu yapıştırdığını hissettim. Ellerinin bacaklarımın arasından sürünüp sıktığını fark ettim. Dudaklarını boynuma yapıştırmış, ıslak dudaklarıyla ince ince, ılık ılık öpüyordu.

Bir zaman sonra yüzükoyun yattım. Elsie de aynısını yaptı. Uyumaya çalışarak gözlerimi kapadım; ama nafileydi. Yatakta enfes bir şekilde rahat, her iki yanımdaki vücutlar tatlı ve yapışkandı; burun deliklerimde saç ve seks kokusu yer etmişti. Bahçeden içeri yağmurun ıslattığı toprak kokusu doluyordu. Bu büyük yatağa, evlilik yatağına dönmüş olmak acayipti, akıl almayacak kadar acayip. Üçüncü bir şahısla birlikte ve üçümüz içten, şehevi bir arzuyla sarılıp sarmalanmış bir vaziyette. Gerçek olamayacak kadar güzel bir şeydi bu. Her an, kapının ardına kadar açılmasını ve itham eden bir sesin "Çıkın dışarı, utanmaz yaratıklar!" diye bağırmasını bekliyordum. Ancak var olan tek şey gecenin sessizliği, karanlık ve toprağın, seksin ağır, şehevi kokusuydu.

Tekrar döndüğümde bu kez Elsie'den yanaydım. Beni bekliyordu; kendini vücuduma bastırmak, kalın, gergin dilini boynumda gezdirmek için bekliyordu.

"Maude uyudu mu" diye yavaşça sordu. "Bir defa daha" diye yalvardı.

Hareketsizce uzanmıştım; kolum beline dolanmış bir vaziyette.

"Şimdi olmaz" diye fısıldadım. "Belki sabaha."

"Hayır, şimdi!" diye yalvardı. "Lütfen, lütfen" diye fısıldadı. "İstiyorum. Bir defacık daha Henry."

Maude "Bırak da uyusun" dedi. Afyon yutmuş gibiydi sesi.

Elsie Maude'un kolunu okşayarak "pekala" dedi. Sonra, biraz sessizlikten sonra, dudaklarını kulağıma yapıştırdı ve her kelimenin arasında duraklayarak, yavaş sesle "Uykuya dalar dalmaz, olmaz mı?" dedi. Başımı salladım. Aniden kendinden geçtiğini hissettim. Kendi kendime "Çok şükür" dedim.

Sanki uzun, upuzun bir sessizlik olmuştu ve kendimden geçmiştim. Yavaş yavaş uyandım ve ağzımın Elsie'nin ağzında olduğunu fark ettim. Elimle başını, sırtını okşadım. Elini kaldırdı ve parmaklarını dudaklarımın üzerinde gezdirdi; sanki itiraz edeceğimden korkuyordu. Gereksiz bir uyarı; çünkü birazdan neler olacağını kavramış bir şekilde uyanmıştım. Kamışım, Elsie'nin dudaklarıyla yalamasına cevap vermeye başlamıştı bile. Yeniydi, daha ince, daha uzun ve sivriydi sanki; köpeğinki gibi. Ve sanki kendi kendine dinlenmiş, sanki kendi kendine uyumuş gibi hayat doluydu.

Neden böylesine yavaşça, gizlice heyecanlanmıştık yine? Hayret ediyordum. Elsie'yi çektim üzerime çıkardım. Onunki Maude'un ince, uzun görünüşünden farklıydı; üzerine bir eldiven parmağı geçirilmiş gibiydi. Onu yukarı aşağı sallarken dikkatle karşılaştırmalar yaptım. Kenarında elimi gezdirdim ve hafif hafif çektim. Dudaklarımızdan bir tek söz çıkmıyordu. Dişlerini omuzumdaki çukura geçirmişti. Öyle kıvrılmıştı ki, sadece ucu içindeydi ve onun etrafında yavaş yavaş, maharetle ve işkence edercesine çevirip duruyordu. Arada sırada bastırıyor ve hayvan gibi dipliyordu.

Nihayet "Allahım, ne hoş şey!" diye fısıldadı. "Seni her gece istiyorum."

Yan döndük ve birbirimize yapışmış bir vaziyette, hiç hareket etmeden, hiç ses çıkarmadan yattık. Sanki kendine özgü bir hayatı ve iradesi varmış gibi, akıl almaz kassal büzülmelerle oynaşıyordu.

"Nerede oturuyorsun?" diye sordu. "Seni.. tek başına.. nerede bulabilirim? Yarın yaz bana.. Nerede buluşabileceğimizi bildir.. Her gün istiyorum.. Duyuyor musun? N'olur, daha yapma. Ebediyen devam etmesini istiyorum."

Sessizlik. Bacaklar arasında sadece kalbimin atışları. Böylesine uzun, düzgün, ipekten, temiz ve taze bir çırpınma hiç duymamıştım şimdiye dek. En fazla bir düzine yapmış olmalıydı. Ve saçlarının kökleri, öylesine kuvvetli ve hoş kokuluydu ki. Ve memeleri, sağlam, taş gibi, elma büyüklüğünde. Parmakları da, güçlü, yumuşak, aç, daima arayış içinde sıkmakta, okşamakta, gıdıklamakta. Hayalarımı yakalamayı, sıkmayı, tartmayı, sonra iki parmağıyla okşamayı nasıl seviyordu; sanki sağacakmış gibi. Ve dili, daima aktif, dişleri ısırıyor, çekiştiriyor, çimdikliyor.

Şimdi yine sessiz. Bir tek kas oynamıyor. Ve yine fısıltılar.

"İyi yapıyor muyum? Öğreteceksin, değil mi? Ebediyen yapabilirim.. Artık yorgun değilsin, değil mi? N'olur öyle tut.. Kımıldama.. Gelirsem çıkarma, olmaz mı.. Çıkarmayacaksın, değil mi? Allahım, cennetlik bir şey bu.."

Yine sessiz. Sakin. Bu şekilde sonsuza dek yatabilirmişim gibi geliyor bana. Duymak istiyorum.

"Bir arkadaşım var" diye fısıldıyor. "Orada buluşabiliriz.. Hiçbir şey söylemez. Henry, böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Her gece böyle yapabilir misin?"

Karanlıkta gülümsedim.

"Ne oldu" diye sordu.

Neredeyse katılacaktım, "Her gece olmaz" diye fısıldadım.

"Henry! Çabuk! Geliyor!"

İkimiz de aynı anda geldik; öylesine uzun bir orgazmdı ki, şu namussuz sıvının nereden kaynaklandığını düşünüp durdum.

"Başardın!" diye fısıldadı. Sonra da "Zararı yok.. Enfesti."

Maude uykusunda ağır ağır döndü.

"İyi geceler" diye fısıldadım, "Uyuyacağım. Öldüm."

Yanaklarımdan öperek "Yarın yaz bana" diye fısıldadı. "Ya da telefon et.. Söz mü?"

Hırıldadım. Bana yapıştı, kolu belimde. Transa geçtik.

Henry Miller - (Seksus)


Revenge, by Ellen von Unwerth