25 Eylül 2016 Pazar

Sono solo / Cesare Pavese

SONO SOLO

Sono solo, appoggiato nella nebbia
al tronco d’un viale
e non ho che nel cuore
il ricordo di te
pallido, immenso,
perduto nelle fredde luci lontano
da ogni parte tra gli alberi.

Ma a tratti una fitta più febbrile
mi rabbrividisce nel cuore
e allora mi piego, stringendomi,
quasi per prolungare, per sentire più ardente,
per rinserrare in me,
questo tremore atroce.

Tutto quello che mi resta di te
è solo più questo poter soffrire,
nella solitudine fredda,
la tua figura perduta,
la tua anima bionda,
l’ardore triste della tua esistenza,
morta morta per sempre per me.

Non chiedo più che di potermi stringere
sommesso a un tronco nero
e soffrire soffrire nel mio cuore
il tuo ricordo ridente
straziante di dolcezza
ma tanto tanto triste e doloroso
che è diventato tutta la mia anima.

Soffrire, solo al mondo,
nella nebbia che avvolge, lontana,
atrocemente,
in silenzio.

(18 ottobre 1927)

Cesare Pavese





YALNIZIM

Yalnızım, yaslanmışım sisin içinde
bir yoldaki ağacın gövdesine
ve yüreğimde yalnızca
senin anın,
soluk, engin,
yitmiş soğuk ışıklarda, uzak
her yerden, ağaçlar arasında.

Ama kimi zaman daha ateşli bir sızı
titretir yüreğimi,
o zaman eğilirim, kendimi sıkarak,
neredeyse uzatmak, daha ateşli duymak,
içimde hapsetmek için
bu amansız titreyişi.

Senden kalan tek şey,
bu acısını çekebilme gücü,
soğuk yalnızlıkta,
yitik görüntünün,
sarışın ruhunun,
hüzünlü ateşin varlığındaki,
ölen, sonsuza dek ölen benim için.

Tek isteğim yaslanabilmek,
boynum bükük, kara bir gövdeye
ve acısını çekmek yüreğimde
güzel anının,
tatlılıkla içimi yakan,
ama öyle hüzünlü ve acı verici ki,
anınla bir oldu bütün ruhum.

Acı çekmek, tek başıma dünyada,
uzak sisin içinde,
amansızca çevremi kuşatan,
sessizce.

(18 Ekim 1927)

Casere Pavese

Çeviri : Kemal Atakay


Pont Neuf, c.1934, by Brassaï

6 Eylül 2016 Salı

Delta of Venus / Anaïs Nin

"The first time I felt an orgasm with John, I wept because it was so strong and so marvelous that I did not believe it could happen over and over again. The only painful moments were the ones spent waiting. I would bathe myself, spread polish on my nails, perfume myself, rouge my nipples, brush my hair, put on a negligée, and all the preparations would turn my imagination to the scenes to come. I wanted him to find me in the bath. He would say he was on his way. But he would not arrive. He was often detained. By the time he arrived I would be cold, resentful. The waiting wore out my feelings. I would rebel. Then I punished him by not responding sexually and he was hurt again. We could never go out together. He was too well known, as was his wife. He was a producer. His wife was a playwright. When John discovered how angry it would make me to wait for him, he did not try to remedy it. He came later and later. ‘Why do you make me wait so long? You know that it kills my desire for you. I feel cold when you come late.’ I had too much time to myself, I was too much alone with my thoughts of John."

Anaïs Nin - (Delta of Venus)





"İlk defa John’la birlikte orgazmı hissettim; ağladım, çünkü öyle kuvvetli ve muhteşemdi ki tekrar tekrar olabileceğine inanamadım. Acılı anlar yalnızca beklerkendi. Banyo yapıyor, tırnaklarımı parlatıyor, kokular sürünüyor, meme uçlarıma ruj sürüyor, saçımı tarıyor, rahat bir şeyler giyiyordum ve bütün bu hazırlıklar imgelemimi gelme sahnesine çeviriyordu. Onun beni banyoda bulmasını istiyordum oysa. Geçerken uğradım demeliydi. Ama gelmiyordu. Sık sık geç kalıyordu. Zamanla o geldiğinde soğuk, küskün olmaya başladım. Beklemek duygularımı yıpratıyordu. İsyan ediyordum. Sonra cinsel olarak karşılık vermeyerek onu cezalandırıyordum. Asla birlikte dışarı çıkmadık. O da çok meşhurdu karısı da. Yapımcıydı. Karısı oyun yazarıydı. John onu beklemenin beni nasıl kızdırdığını keşfettiğinde, düzeltmeye çalışmadı. Gittikçe daha geç geldi. Ona ‘Sen niye beni o kadar çok bekletiyorsun? Sana duyduğum arzuyu öldürdüğünü biliyorsun. Sen geç geldiğinde soğuduğumu hissediyorum. Beni o kadar kızdırıyorsun ki seni terk edeceğim!’ diyordum.. Kendime ayırdığım çok fazla zaman vardı ve, John’a dair düşüncelerimle çok fazla yalnızdım."

Anaïs Nin - (Venüs Üçgeni)


Waiting, 1984, by Helmut Newton




Delta of Venus / Anaïs Nin

"I was growing sad, sad with restlessness and hunger. I felt that nothing would happen to me. I felt desperate with desire to be a woman, to plunge into living. Why was I enslaved by this need of being in love first? Where would my life begin? I would enter each studio expecting a miracle which did not take place. It seemed to me that a great current was passing all around me and that I was left out. I would have to find someone who felt as I did. But where? Where?"

Anaïs Nin - (Delta of Venus)





"Açtım ve her şeyi merak ediyordum. Sıkıntım, rahatsızlık ve açlıkla gittikçe büyüyordu. Hiçbir şeyin beni mutlu kılamayacağını hissediyordum. Umutsuz bir biçimde, kadın olarak yaşama dalmak arzusu hissediyordum. Neden, önce aşkta varolma gereksinimine köle olmuştum? Yaşamım nerede başlayacaktı? Her stüdyoya, bir türlü gerçekleşmeyen bir mucize beklentisiyle giriyordum. Bana öyle geliyordu ki, dört bir yanımdan büyük bir akıntı geçiyor ve beni dışarıda bırakıyordu. Benim gibi hisseden birilerini bulmak zorundaydım. Ama nerede? Nerede?"

Anaïs Nin - (Venüs Üçgeni)


Figure #1: Greenwich Village Nudes,
1951, by Peter Martin

Delta of Venus / Anaïs Nin

"It was at the theater that I met John and discovered the power of a voice. It rolled over me like the tones of a pipe organ, making me vibrate. When he repeated my name and mispronounced it, it sounded to me like a caress. It was the deepest, richest voice I had ever heard. I could scarcely look at him. I knew that his eyes were big, of an intense, magnetic blue, that he was large, rather restless. His foot moved nervously like that of a racehorse. I felt his presence blurring everything else – the theater, the friend sitting at my right. And he behaved as if I had enchanted him, hypnotized him. He talked on, looking at me, but I was not listening. In one moment I was no longer a young girl. Every time he spoke, I felt myself falling into some dizzy spiral, falling into the meshes of a beautiful voice. It was truly a drug.

(...)

His eyes were so intensely blue that when they blinked, for a second it was like some tiny flash of lightning, giving one a sense of fear, a fear of a storm that would completely engulf one."

Anaïs Nin - (Delta of Venus)





"John’la karşılaşmam ve bir sesin gücünü keşfetmem tiyatroda oldu. Sesi borulu bir orgun tonları gibi akıp gitti üzerimden, beni titretti. Adımı yinelediğinde ve yanlış telaffuz ettiğinde bana bir okşayış gibi geldi. Bugüne dek duyduğum en derin, en zengin sesti. Henüz doğrudan ona bakamamıştım. Biliyordum ki gözleri büyük, keskin, çekici maviydi; kendisi iriydi fazlasıyla hareketliydi. Varlığının her şeye bulaştığını hissettim. Ve sanki onu büyülemişim, hipnotize etmişim gibi davranıyordu. Konuşuyordu, gözleri üzerimdeydi, ama dinlemiyordum. Her konuştuğunda kendimi baş döndürücü bir spirale, güzel bir sesin ağına düşmüşüm gibi hissediyordum. Gerçek bir uyuşturucuydu. Ateş basmıştı.

Gözleri öylesine keskin maviydi ki gözlerini kırptığında, açana kadar minik bir şimşek çakmış gibi oluyordu. İnsana korku hissi veriyordu. Sanki bir fırtına seni bütünüyle kaplayacakmış gibi bir korku."

Anaïs Nin - (Venüs Üçgeni)


Painting by Andrey Belle

5 Eylül 2016 Pazartesi

Little Birds / Anaïs Nin

"Most of the erotica was written on empty stomachs. Now, hunger is very good for stimulating the imagination; it does not produce sexual power, and sexual power does not produce unusual adventures. The more hunger, the greater the desires, like those of men in prison, wild and haunting. So we had here a perfect world in which to grow the flower of eroticism.

As for me, my real writing was put aside when I set out in search of the erotic... The sexual life is usually enveloped in many layers, for all of us — poets, writers, artists. It is a veiled woman, half-dreamed."

Anaïs Nin - (Little Birds)





"Gran parte de los relatos eróticos han sido escritos con el estómago vacío. Ahora bien, el hambre es muy buena para estimular la imaginación; no da potencia sexual y la potencia sexual no engendra aventuras extravagantes. Cuanta más hambre, más ganas, como les ocurre a los presos, ansiosos y obsesionados. De forma que disponíamos de un mundo perfecto para cultivar la flor del erotismo.

Por mi parte, mis auténticos escritos quedaban abandonados cuando me ponía a perseguir lo erótico. Estas son mis aventuras en ese mundo de prostitución. Sacarlas a la luz fue al principio difícil. La vida sexual suele estar recubierta de muchas costras en todos nosotros, poetas, escritores o artistas. Es una mujer velada, semi-soñada."

Anaïs Nin - (Pajaros de fuego)





"Erotik kitapların çoğu boş midelerle yazılmıştır. Aç olmak imgelemi çok iyi harekete geçirir; cinsel gücü artırmaz. Cinsel güç de alışılmadık maceralar doğurmaz. Açlık fazlalaştıkça, arzular da hapishanedeki insanların ki gibi vahşileşir, akıldan çıkmaz olur. Sonuçta erotizm çiçeği yetiştirmek için mükemmel bir dünyamız vardır.

Bana gelince, erotizmi araştırmaya koyulduğumda esas yazılarımı rafa kaldırmıştım. Bunlar benim fahişelik dünyasındaki maceralarım. Bunları gün ışığına kavuşturmak başlangıçta zordu. Cinsel yaşam hepimiz - şairler, yazarlar, sanatçılar - için genelde kat kat kuşatılmıştır. Tüllü bir kadın, yarı düş."

Anaïs Nin - (Küçük Kuşlar)


Revenge (Book), 2003, by Ellen von Unwerth

Aslan Heykelleri / Cemal Süreya

ASLAN HEYKELLERİ

Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
Dokundukça dokundukça aslanlara
Parklarda yakışıklı aslan heykelleri
Birdenbire önümüze çıkıyorlar buysa çok güzel
Bizim bu aşkımızın aslan heykelleri
Şahane değişik hüzün heykelleri yani
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
Bir bir denemişim bütün kelimeleri

Yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli
Daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire
Hadi bir de bunlarla çağır gelsin aslan heykelleri
Oldurmanın yıkmanın yeniden yapmanın aslan heykelleri
Olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
Bir senin gözlerin var zaten daha yok
Ya bu başını alıp gidiş boynundaki
Modigliani oğlu modigliani

Az şey değil seninle olmak düşünüyorum da
İçimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi
Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor
Karanlık maranlık ama iyi seçiliyor
Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor
Bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri
Ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca

En olmıyacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
Olsa yüreğim yanmıyacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor
Adalet Hanım iki kişilik karyolasında
Bozulmuş burjuva ahlakına örnek

Cemal Süreya


Şiirin İncelenmesi:

Aslan Heykelleri… Cemal Süreya’nın diğer tüm şiirlerinde yaptığı zeki kelime oyunlarından, ama bunun yanında sıklıkla temas etmediği sosyal görüşlerinden de beslenen, nesnel açıklamaya en kapalı şiirlerinden biri. Gene de eğer bir şiiri uzun uzadıya hem şekil hem içerik yönünden açıklayacaksam onun böyle bir esrime gücüne sahip olmasını isterim. Bu yüzden “Aslan Heykelleri”…

Öyleyse, şiirin nazım biriminin olmadığını, sekizlik dize gruplarının (ilk ikisi) ardından gelen bir yedilik ve bir dokuzluktan meydana geldiğini belirterek söze başlıyorum. İkinci Yeni şiir anlayışının bir parçası olan bu şiirde de kafiye, redif ve ölçü elbet yok. Yalnızca, bazı dize sonlarında “i” sesi ile yarım uyak yakalandığını söyleyebiliriz; “…kişi/ …heykelleri/ …heykelleri/ …yani/ …kelimeleri” gibi. Uyak örgüsü için, “abacaada/ aeaaafaa…” diyebiliriz lakin görüldüğü gibi burada da istikrarlılık söz konusu değil.

Ne var ki şiirde iç ahenk bu yarım uyaklarla ve müzikaliteyle oldukça başarılı bir biçem kazanarak sağlanmış. Okurken kulağınıza gelen uyum sayesinde estetik çabanın göz ardı edilmediğini ve hatta oldukça ön planda tutulduğunu fark ediyorsunuz. Kimi sözcüklerin kasıtlı tekrarı ise anlatımı önemli ölçüde güçlendirmiş; “ dokundukça dokundukça”, “Modigliani oğlu modigliani” gibi. Özellikle art arda gelen iki dizede muhakkak bir sesin tekrarına özen gösterilerek melodik bir üslup kazanıldığı görülebiliyor; ilk dizedeki “ç” sesi bunun güzel bir örneği olmuş.

Tüm bu biçim özelliklerini bir kenara bırakıp şiirin içeriğine gelmek isteyecek olursam İkinci Yeni Şiiri’ne değinmeden lafa girmem mümkün olmayacaktır. Cemal Süreya, 1954’ten sonra Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan, Ülkü Tamer gibi şairlerle başlayan ve esasta Birinci Yeni Şiiri’nin devamı olmayıp, tam tersine Garipçiler’in şiiri basitleştirmesine tepki göstererek dilde sapmalar ve serbest imgelerle beliren radikal bir değişim grubu olarak adlandırılan İkinci Yeni şairleri arasındadır. Sırf buradan hareketle onun şiirinde doğrudan anlam aramanın imkansızlığını fark edebiliriz. Onun şiirinde anlam bulunan değil, yaratılan bir şeydir ve bu da Cemal Süreya ve arkadaşlarının esasen ulaşmak istediği amaçtır. Bu grup, şiiri ahlakın ve ahlaki endişelerin sınırlayıcılığının kamçısından kurtarmak istemiştir, o dönem dünyada etkin olan varoluşçuluk ve gerçeküstücülük akımlarının tesirindedirler. Bilincin oluşturduğu doğruluklardan, kurumlardan saparak bilinçdışına yönelmişlerdir, bunun en doğal sonucu olarak da soyut şiir ve kapalılık kavramları şiirlerinde gerçek anlam kazanır. İlk okumada anlaşılmadığı için, şiirlerinin halka değil, sanat meraklılarına hitap ettiği de düşünülmedi değil.

Yukarıda geçen tüm özelliklerden dolayı, anlam bulamam bu şiirde, gene de kendi yarattığımı paylaşmak istiyorum.

Adım adım gidecek olursak, önce şiirde anlam düzlemini kuran imgelere, mecazlara bir göz atmak gerekecektir; “çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi/ hüzünleri denemişim kendimde/ olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi/ ya bu başını alıp gidiş boynundaki/ içimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi…” . Esasında şiirin bütününe yayılan bir imgelem var; bu yüzden dizeler arasından teker teker seçmek hem yanlış hem imkansız geliyor; yine de örnek oluşturması açısından önemli.

“kaç kişi” ifadesi şiirde belki de en sık beliren sözcük grubu, bunun şiirde anlamı ikinci plana iten İkinci Yeni şairlerinin olaya, nükteye, karaktere pek önem vermeyen tavrının bir ürünü olduğunu düşünüyorum; musikiyi güçlendirmek amaçlı geliyor bana her okuyuşumda. “hüzünleri denemek” deyişi… Şiirde önemli olan söyleyişi bulmaktır; çünkü pek fazla şey vardır içinizde ve malum düz yazı yazmadığınızdan söyleyeceğiniz şeyin özünü en estetik biçemle bir anda sunuverirsiniz. Kısacası denersiniz sözcükleri teker teker… Cemal Süreya’nın sözcüklerinin, bunalım duygularıyla bütünleşen hüzünleri olduğu kanısındayım. Bu yüzden şiirde bahsettiği kişiyi görmediği sürecin özlemiyle acı içindeyken, onu özlemenin mutluluğuyla, bu hüzünlü mutluluğu ifade etmek için birer birer hüzünleri, sözcükleri denediği şairsel dönemini kast ettiğini düşünüyorum, bu deyişle. “içimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi” cümlesinde, şiirde sözünü ettiği kişi sayesinde yaşadığı mutluluğu büyüyen bir ağaçla sembolize etmiş.

“Ya bu başını alıp gidiş boynundaki” dizesi ise, benim için tüm şiirdeki en güzel ve en başka dize, bu yüzden ayrı bir paragrafı hak ediyor. Aşığı olunan insanın bedeninin en vurgu yapılan yerlerinden biri sanırım; boyun. Ayrıca deyimler sözlüğünde de sıkça rastlanan bir sözcük. Özellikle boyun eğmek deyimi, belli türden bir zorbalığı görmezden gelmek, ona aldırmamak ve hatta onun kötü şartlarına kendini uydurmak anlamındadır ya, burada geçtiği şekilde boyun, tümüyle asi bir dille alınmış. Aşkın zorbalık olduğu düşüncesine karşı, başını alıp giden bir figürle iç içe verilmiş boyun. Tüm bu isyankar ve boyun eğmeyen boyun imgesi, “ya bu başını alıp gidiş boynundaki” ifadesinin tümüyle birlikte düşünüldüğünde aşkın en büyük riski olarak beliren kaybetmek ve bunun korkusuyla hüzünlü bir anlatıya dönüşüvermiş.

Şiirin tüm bu analizinden sonra, ona kuş bakışı süzen bir gözle bakmak ve ana duygusunun aşk olduğunu öne sürmek niyetindeyim. Şiir lirik bir anlatım taşıyor; hatta sevgiliye yazılmış hitapsız bir mektup olarak beliriyor. Genel olarak konusu aşk ve bir yandan da şiir, gene de söylediğim gibi kesin bilgi olamaz bu türden bir edebiyatta.

Son olarak, şiirdeki dört bölüme genel olarak değinmek gerekirse… Öncelikle ilk kısımda şair hem hüzünleri deneyerek yazdıklarından söz ediyor, hem de aslan heykellerinin aşklarını gösterdiğinden bahsediyor. “Yakışıklı aslan heykelleri”… “Bizim bu aşkımızın aslan heykelleri”… “Şahane değişik hüzün heykelleri yani…” Görülüyor ki; yakışıklı sözcüğüyle estetik, ikinci ifadeyle aşk, üçüncü ifadeyleyse hem şahane hem değişik hem de hüzün sözcükleri bir araya gelmiş. Öyleyse aslan heykelleri, İkinci Yeni şiirinin kavram haritası olarak da beliren bir sözcük grubu olmuş.

İkinci kısım, hem denenmemiş deyişlerle ilerleyen İkinci Yeni şiirine bir gönderme hem de sevgili olduğunu düşündüğüm kişinin gözlerine bir değiniş özelliği taşıyor. Birine aşık olunduğunda yalnızca onun gözlerinin olması, yalnızca aşık olunan kişinin onları görmesi değil… O gözlerin sürekli onu izlediği hissinin varlığı… Son dizede alkol bağımlısı, İtalyan ressam Modigliani’ye de bir gönderme var.

Üçüncü bölüm tüm sözcüklerin denenip, sevgiliye kavuşulduğu zaman gelen sevinç dönemine ithafen yazılmış, aslan heykellerinin onların gecesini doldurup mutluluklarının büyümesi anlatılıyor.

Son parçada önce sevgili geldikten sonra gelen huzur ortamı betimleniyor. “Ortalığın tazelenmesi”… Ne var ki, şair aslan heykelleri yardımıyla kurduğu bu güzel dünyayı bir çırpıda yıkıyor; “Ama yok aslan heykelleri var köpek/ Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor”. Sondaki bu dizeler çizilen tüm bir aşka darbe gibi düşünülebilir. “Bozulmuş burjuva ahlakına örnek” dizesiyle sonlanan şiir, tüm İkinci Yeni şairlerinin duruşundan farklı, Cemal Süreya’nın da genel tarzına aykırı bir sosyal ifadeyle tamamlanıyor.

Eğer İkinci Yeni şiirine meraklıysanız, sanırım kesinlikle okumanız ve kendi anlamınızı yaratmanız gereken bir şiir, aslan heykelleri... Ve elbet şairin tüm şiirlerinin toplandığı Sevda Sözleri...

Alıntı: kolikolik.blogspot.com


In Front of Visconti's Family House,
Lake Como, 1989, by Helmut Newton




4 Eylül 2016 Pazar

Milosc / Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

MILOSC

Nie widziałam cię już od miesiąca.
I nic. Jestem może bledsza,
Trochę śpiąca, trochę bardziej milcząca,
Lecz widać można żyć bez powietrza !

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska





LOVE

I haven't seen you for a month or so.
No change. Perhaps I'm pale rather than fair,
sleepier, more silent. It shows
you can live without air.

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

Translated by Barbara Plebanek & Tony Howard





AŞK

Bir ay oldu seni görmeyeli
Ve hiç. Biraz solgunum sanki,
Biraz uykusuz, daha çok suskunum belki
Ama havasız da yaşanabileceği besbelli!

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

Çeviri: Seda Köycü Arslantekin


Photo by Frances Benjamin Johnston

3 Eylül 2016 Cumartesi

Różowa magia / Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

ROZOWA MAGIA

Na złocistej fajerce
spalę różową różę,
czarne pióreczko kurze
i jedno ludzkie serce.

Nikogo nie otruję,
nikogo nie zabiję
serce to jest niczyje,
jest ono tylko - moje.

Gołębia nie zaduszę,
nie czary są bezkrwawe,
w czarodziejską potrawę
wrzucę mą własną duszę.

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska





PINK MAGIC

The gold flames dart.
I shall burn a pink rose,
a black hen's tiny feather
and a human heart.

I shall never poison,
I shall never murder,
this heart has no owner,
it's only mine.

No dove's gore in a bowl,
my magic isn't cruel,
into the witch's stew
I'll toss my own soul.

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

Translated by Barbara Plebanek & Tony Howard





PEMBE BÜYÜ

Altından bir pipoda
Pembe gülü yakacağım.
Siyah küçük bir kuş tüyü tütecek
Ve bir insan kalbi.

Hiç kimseyi zehirlemeyeceğim,
Öldürmeyeceğim hiç kimseyi.
Kimsesiz bu kalp,
O sadece benim kalbim.

Boğmayacağım güvercini,
Kansızdır benim aşk büyülerim.
Bir büyücünün yemeği içine
Kendi ruhumu atacağım.

Maria Pawlikowska-Jasnorzewska

Çeviri: Seda Köycü Arslantekin


Painting by Andrey Belle

2 Eylül 2016 Cuma

Piaceri Notturni / Cesare Pavese

PIACERI NOTTURNI

Anche noi ci fermiamo a sentire la notte
nell’istante che il vento è più nudo: le vie
sono fredde di vento, ogni odore è caduto;
le narici si levano verso le luci oscillanti.

Abbiamo tutti una casa che attende nel buio
che torniamo: una donna ci attende nel buio
stesa al sonno: la camera è calda di odori.
Non sa nulla del vento la donna che dorme
e respira; il tepore del corpo di lei
è lo stesso del sangue che mormora in noi.

Questo vento ci lava, che giunge dal fondo
delle vie spalancate nel buio; le luci
oscillanti e le nostre narici contratte
si dibattono nude. Ogni odore è un ricordo.
Da lontano nel buio sbucò questo vento
che s’abbatte in città: giù per prati e colline,
dove pure c’è un’erba che il sole ha scaldato
e una terra annerita di umori. Il ricordo
nostro è un aspro sentore, la poca dolcezza
della terra sventrata che esala all’inverno
il respiro del fondo. Si è spento ogni odore
lungo il buio, e in città non ci giunge che il vento.

Torneremo stanotte alla donna che dorme,
con la dita gelate a cercare il suo corpo,
e un calore ci scuoterà il sangue, un calore di terra
annerita di umori: un respiro di vita.
Anche lei si è scaldata nel sole e ora scopre
nella sua nudità la sua vita più dolce,
che nel giorno scompare, e ha sapore di terra.

(1933)

Cesare Pavese

(da Lavorare stanca 1936-1943 in C. Pavese – Le poesie, Einaudi 1998)





NOCTURNAL PLEASURES

We too stop to smell the night,
just when the wind is bleakest: the roads
are cold with wind, every smell has faded;
our nostrils are raised to the flickering lights.

We all have a house that waits in the dark
for us to return: a woman awaits us in the dark,
lying asleep: the room is warm with smells.
The woman who sleeps and breathes knows nothing
about the wind, the warmth of her body
the same as the blood that murmurs within us.

This wind washes us, coming from the depths
of the roads lying open in the dark; the flickering
lights and our raised nostrils confront
each other squarely. Every smell is a memory.
From far away in the dark the wind dislodges
whatever lies in the city: down over fields and hills,
where there is only grass scorched by the sun
and soil blackened by damp. Our memory
is a bitter taste, the little sweetness
of the rent earth exhaled in winter
in a breath from below. Every smell has faded
away in the dark and in the city only the wind can reach us.

We'll go back tonight to the woman who sleeps,
searching her body with icy fingers,
and heat will shake our blood, the heat of earth
blackened with damp: a breath of life.
She too has been warmed in the sun and now reveals
in her nakedness her sweetest life,
which vanishes by day, and tastes of earth.

(1933)

Cesare Pavese

Translated by Margaret Crosland

(Cesare Pavese Selected Poems - Penguin Modern European Poets)





PLACERES NOCTURNOS

También nostros nos paramos sentir la noche
en el instante en que el viento está más desnudo: las calles
están frías de viento, ausentes los olores;
las narices se alzan hacia las luces oscilantes.

Todos tenemos una casa que espera en la sombra
que volvamos: una mujer nos espera en la sombra,
extendida en el sueño: el cuarto está caliente de olores.
Nada sabe del viento la mujer que duerme
y respira; la tibieza del cuerpo de ella
es la misma de la sangre que murmura en nosotros.

Este viento nos lava, pues llega desde el fondo
de las calles abiertas en la sombra; las luces
oscilantes y nuestras narices contraídas
se debaten desnudas. Cada olor es un recuerdo.
A lo lejos, en la sombra se soltó este viento
que abate la ciudad: se desliza por prados y colinas,
donde hay una hierba que el sol ha calentado
y una tierra negreante de humores. Nuestro recuerdo
es un áspero indicio, la escasa dulzura
de la tierra desventrada que exhala en invierno
el aliento profundo. Todos los olores se extinguieron
en la sombra, y a la ciudad sólo llega el viento.

Volveremos esta noche a la mujer que duerme
con los dedos helados procurando su cuerpo
y un calor sacudirá nuestra sangre, un calor de tierra
renegrida de humores: un aliento de vida.
Ella también se ha calentado bajo el sol y ahora descubre
su existencia más dulce en su propia desnudez
que en el día se esfuma y tiene sabor de tierra.

(1933)

Cesare Pavese

Traducción de Guillermo Fernández





GECE HAZLARI

Biz de durup dinleriz geceyi
rüzgârın çırçıplak estiği an: rüzgâr
soğuğudur yollar, kokular hep inmiş;
burun kanatları sallanan ışıklara kalkar.

Bir evi vardır hepimizin, bekleyen
dönmemizi karanlıkta: bekleyen bir kadın
dayanamamış uykuya: oda sıcaktır kokularla.
Habersizdir rüzgârdan uyuyan kadın
düzgün soluklarla; gövdesinin ılıklığı
içimizde mırıldanan kanın aynıdır.

Yıkamada bizi bu rüzgâr, esen derinliklerinden
karanlığa açılan yolların; çıplak
çırpınmada burun kanatlarımız donmuş
ve sallanan ışıklar. Her koku, bir anı.
Karanlıkta uzaklardan çıkıverdi bu rüzgâr,
yüklenen kente: çayırlardan, tepelerden aşağı
güneşin otları ısıttığı hâlâ ve karardığı
toprağın kanla ilikle. Anımız
keskin bir koku, azıcık tatlılığı
deşilmiş toprağın, derinliklerinden
kışa yükselen soluğu. Bütün kokular dindi
karanlık boyunca ve kentte
rüzgârdan başka hiçbir şey ulaşmıyor bize.

Bu gece uyuyan kadına döneceğiz,
gövdesini aramaya buz tutmuş parmaklarımızla
ve kanımızı sarsacak bir sıcaklık, kanla ilikle kararmış
bir toprak sıcaklığı: bir yaşam soluğu
onu da ısıttı güneş ve şimdi çıplaklığında
en tatlı yaşamını keşfediyor,
gündüz yitip giden ve toprak tadında.

(1933)

Cesare Pavese

Çeviri: Egemen Berköz


Painting by Matt Abraxas