La doctrina romántica de una Musa que inspira a los poetas fue la que profesaron los clásicos; la doctrina clásica del poema como una operación de la inteligencia fue enunciada por un romántico, Poe, hacia 1846. El hecho es paradójico. Fuera de unos casos aislados de inspiración onírica –el sueño del pastor que refiere Beda, el ilustre sueño de Coleridge‑, es evidente que ambas doctrinas tienen su parte de verdad, salvo que corresponden a distintas etapas del proceso. (Por Musa debemos entender lo que los hebreos y Milton llamaron el Espíritu y lo que nuestra triste mitología llama lo Subconsciente. En lo que me concierne, el proceso es más o menos invariable. Empiezo por divisar una forma, una suerte de isla remota, que será después un relato o una poesía. Veo el fin y veo el principio, no lo que se halla entre los dos. Esto gradualmente me es revelado, cuando los astros o el azar son propicios. Más de una vez tengo que desandar el camino por la zona de sombra. Trato de intervenir lo menos posible en la evolución de la obra. No quiero que la tuerzan mis opiniones, que, sin duda, son baladíes. El concepto de arte comprometido es una ingenuidad, porque nadie sabe del todo lo que ejecuta. Un escritor, admitió Kipling, puede concebir una fábula, pero no penetrar su moraleja. Debe ser leal a su imaginación, y no a las meras circunstancias efímeras de una supuesta “realidad”.
La literatura parte del verso y puede tardar siglos en discernir la posiblidad de la prosa. Al cabo de cuatrocientos años, los anglosajones dejaron una poesía no pocas veces admirable y una prosa apenas explícita. La palabra habría sido en el principio un símbolo mágico, que la usura del tiempo desgastaría. La misión del poeta sería restituir a la palabra, siquiera de un modo parcial, su primitiva y ahora oculta virtud. Dos deberes tendría todo verso: comunicar un hecho preciso y tocarnos físicamente, como la cercanía del mar. He aquí un ejemplo de Virgilio:
Tendebanque manus ripae ulterioris amore
Uno de Meredith:
Not till the fire is dying in the grate
Look we for any kinship with the stars.
O este alejandrino de Lugones, cuyo español quiere regresar al latín:
El hombre numeroso de penas y de días.
Tales versos prosiguen en la memoria su cambiante camino.
Al término de tantos –y demasiados– años de ejercicio de la literatura, no profeso una estética. ¿A qué agregar a los límites naturales que nos impone el hábito los de una teoría cualquiera? Las teorías, como las convicciones de orden político o religioso, no son otra cosa que estímulos. Varían para cada escritor. Whitman tuvo razón al negar la rima; esa negación hubiera sido una insensatez en el caso de Hugo.
Al recorrer las pruebas de este libro, advirtieron con algún desagrado que la ceguera ocupa un lugar plañidero que no ocupa en mi vida. La ceguera es una clausura, pero también es una liberación, una soledad propicia a las invenciones, una llave y un álgebra.
Jorge Luis Borges - (Buenos Aires, junio de 1975)
ÖNSÖZ
Şairlerin esin kaynağının bir Musa (esin perisi) olduğu yolundaki romantik görüş klasik yazarların bir yargısıydı; şiiri, zekânın bir işlevi sayan görüşü ise kendisi bir romantik olan Poe yaklaşık 1846’da öne sürmüştü. Birbiriyle çelişen yargılar bunlar. Bede’in sözünü ettiği çobanın düşü ve Coleridge’in ünlü düşü gibi düşsel esinlenmenin ayrıksı örneklerini bir yana bırakırsak, bunlar söz konusu sürecin değişik aşamalarının karşılığı olmadıkça, her iki görüşün de büsbütün yanlış sayılamayacağı açıktır. (İbranilerle Milton’un Ruh dedikleri şeye bizim zavallı mitolojimizde Bilinçaltı deniyor,) Bana gelince, bu süreç bende hemen hemen hiç değişmiyor. Ben genellikle zamanla bir öyküye ya da şiire dönüşen gözüme çarpan bir biçimden, bir çeşit ıssız adadan yola çıkarım. Bu yolun sonunu da başlangıcını da görürüm; ama arada ne olduğunu göremem. Eğer yıldızlar ya da talihim elverişliyse aradakiler de yavaş yavaş ortaya çıkar. Çoğu zaman gölgelere bakarak attığım adımların izinden geri dönerim. Yapıtın evrimine elden geldiğince karışmamaya çalışırım. Bizim için en önemsiz şeyler olan kişisel görüşlerle yapıtın çarpıtılmasını istemem. Sanatın bir uzlaşma olduğu görüşü bence işi bir anlamda basite indirgemektir, çünkü kimse ne yaptığını tam olarak bilemez. Bir yazar bir kıssa tasarlayabilir ama, Kipling’in de belirttiği gibi, ondan nasıl bir hisse çıkaracağını bilmeyebilir. Yazarın bağlı kalması gereken sözde “gerçekliğin” geçici koşulları değil, kendi imgelemidir.
Edebiyat şiirden yola çıkar ve düzyazının olanaklarına ulaşması yüzyılları alabilir. Anglosaksonlar dört yüzyıl sonra geride yalnızca hayran olmakla kalınmayacak bir şiir ve güçlükle anlaşılır bir düzyazı bıraktılar. Söz başlangıçta zamanın tefeciliğinin tüketip harcadığı büyülü bir simgeydi herhalde. Şairin amacı, hiç değilse belli bir ölçüde, söze ilkel ve artık gizli olan gücünü yeniden kazandırmak olmalı. Bütün şiirlerin iki yükümlülüğü olmalı: bize açık seçik bir örnek iletmek ve denizin varlığının yaptığı gibi bize fiziksel olarak dokunmak. Buna Vergilius’tan vereceğim bir örnek var:
Sunt lacryme rerum et mentem mortalia tangunt
Bir örnek de Meredith’ten:
Not till the fire dying in the grate
Look we for any kinship with the stars
(Ocağın ızgarasında ateş sönmeden
Yıldızlarla bir yakınlık aramayız biz)
Ya da İspanyolca'nın Latince’ye dönmeye çalıştığı Lugones’in şu aleksandrin dizesi:
El hombre numeroso de penas y de dias.
(Nice acılar çekmiş, günler görmüş o adam).
Böyle dizeler bellekte kendi değişik yollarını izleyip giderler.
Uzun yıllar -çok uzun yıllar- edebiyatla uğraştıktan sonra bir estetik kuramı oluşturmuş değilim. Alışkanlığın bizi benimsemek zorunda bıraktığı doğal sınırlara şu ya da bu kuramı neden eklemeli? Kuramlar da siyasal ya da dinsel inançlar gibi, bizim için dürtülerden başka bir şey değildir. Bunlar her yazar için değişir. Whitman uyağı kaldırmakta haklıydı; ama böyle bir olumsuz kararı Victor Hugo’nun alması aptallık olurdu.
Bu kitabın düzeltilerini yaparken, hoşuma gitmese de, körlüğün yakınılacak bir rol oynadığı dikkatimi çekiyor. Oysa hayatımda bu yakınılacak bir olgu değil. Körlük bir çeşit hapistir, ama aynı zamanda da bir özgürlüğe kavuşma, yaratmaya elverişli bir yalnızlık, bir anahtar ve bir cebirdir.
Jorge Luis Borges - (Buenos Aires, Haziran 1975)
İspanyolca'dan çevirenler: Ayşe Nihal Akbulut - Cevat Çapan
(Jorge Luis Borges Toplu Eserleri 8 / Sonsuz Gül "La Rosa Profunda" / İletişim Yayınları)
Jorge Luis Borges, New York, 1982, by Sylvia Plachy |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder