"La sociedad concibe el amor, contra la naturaleza de este sentimiento, como una unión estable y destinada a crear hijos. Lo identifica con el matrimonio. Toda transgresión a esta regla se castiga con una sanción cuya severidad varía de acuerdo con tiempo y espacio. (Entre nosotros la sanción es mortal muchas veces —si es mujer el infractor— pues en México, como en todos los países hispánicos, funcionan con general aplauso dos morales, la de los señores y la de los otros: pobres, mujeres, niños.) La protección impartida al matrimonio podría justificarse si la sociedad permitiese de verdad la elección. Puesto que no lo hace, debe aceptarse que el matrimonio no constituye la más alta realización del amor, sino que es una forma jurídica, social y económica que posee fines diversos a los del amor. La estabilidad de la familia reposa en el matrimonio, que se convierte en una mera proyección de la sociedad, sin otro objeto que la recreación de esa misma sociedad. De ahí la naturaleza profundamente conservadora del matrimonio. Atacarlo, es disolver las bases mismas de la sociedad. Y de ahí también que el amor sea, sin proponérselo, un acto antisocial, pues cada vez que logra realizarse, quebranta el matrimonio y lo transforma en lo que la sociedad no quiere que sea: la revelación de dos soledades que crean por sí mismas un mundo que rompe la mentira social, suprime tiempo y trabajo y se declara autosuficiente. No es extraño, así, que la sociedad persiga con el mismo encono al amor y a la poesía, su testimonio, y los arroje a la clan-destinidad, a las afueras, al mundo turbio y confuso de lo prohibido, lo ridículo y lo anormal. Y tampoco es extraño que amor y poesía estallen en formas extrañas y puras: un escándalo, un crimen, un poema.
La protección al matrimonio implica la persecución del amor y la tolerancia de la prostitución, cuando no su cultivo oficial. Y no deja de ser reveladora la ambigüedad de la prostituta: ser sagrado para algunos pueblos, para nosotros es alternativamente un ser despreciable y deseable. Caricatura del amor, víctima del amor, la prostituta es símbolo de los poderes que humilla nuestro mundo. Pero no nos basta con esa mentira de amor que entraña la existencia de la prostitución; en algunos círculos se aflojan los lazos que hacen intocable al matrimonio y reina la promiscuidad. Ir de cama en cama no es ya, ni siquiera, libertinaje. El seductor, el hombre que no puede salir de sí porque la mujer es siempre instrumento de su vanidad o de su angustia, se ha convertido en una figura del pasado, como el caballero andante. Ya no se puede seducir a nadie, del mismo modo que no hay doncellas que amparar o entuertos que deshacer. El erotismo moderno tiene un sentido distinto al de un Sade, por ejemplo; Sade era un temperamento trágico, poseído de absoluto; su obra es una revelación explosiva de la condición humana. Nada más desesperado que un héroe de Sade. El erotismo moderno casi siempre es una retórica, un ejercicio literario y una complacencia. No es una revelación del hombre sino un documento más sobre una sociedad que estimula el crimen y condena al amor. ¿Libertad de la pasión? El divorcio ha dejado de ser una conquista. No se trata tanto de facilitar la anulación de los lazos ya establecidos, sino de permitir que hombres y mujeres puedan escoger libremente. En una sociedad ideal, la única causa de divorcio sería la desaparición del amor o la aparición de uno nuevo. En una sociedad en que todos pudieran elegir, el divorcio sería un anacronismo o una singularidad, como la prostitución, la pro-miscuidad o el adulterio."
Octavio Paz - (La dialéctica de la soledad / El laberinto de la soledad)
"Toplum dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın doğasına karşı çıkmış oluyor. Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz. Bu kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti, topluma ve zamana göre değişiyor. Meksika’nın [uygunsuz] kadına verdiği ceza ölümdür. Çünkü bütün İspanyalılar gibi, “Senyor” için ayrı, kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı ahlak kurallarımız var. Eğer aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için aldığımız bu tür sert önlemler belki haklı görülebilirdi. Ama kişiye özgürlük tanımadığımıza göre, hiç olmazsa, evliliğin aşkı gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz. Evliliğin amacı, aşktan çok ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir. Ailenin dengesi ve güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum varlığını sürdürmekten başka bir şey değildir. Böylece, doğası gereği evlilik son derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir eylemdir. Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar ve onu toplumun istemediği bir şeye dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak, anlamsız ve olağan dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Öyleyse aşk ile şiirin, toplumun önyargılarına karşı kendilerini bir skandal çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını, zamanı gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız gerekiyor.
Evliliği sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir sonucu olarak, bir yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken, fahişelik ya açıkça kutsanır ya da görmezlikten gelinerek yaşatılmaktadır. Fahişeliğe karşı takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok anlamlıdır. Kimilerimiz onu kutsal sayarız. Ama onu tutanlar yanında, yerenler de var. Fahişe, aşkın bir kurbanı, karikatürü, dünyamızı aşağılayan güçlerin bir simgesidir. Ama aşkın başına gelenler yetmiyormuş gibi bazı toplumsal çevrelerde evlilik bağları o denli gevşektir ki, orada önüne gelenle yatıp kalkmak, olağan görülür. Bir yataktan öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz. Kişisel kaygılarının bir aracı gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan kendini alamayan çapkın erkek, Ortaçağ şövalyesi kadar çağdışı bir kişidir. Oysa, artık kurtarılacak kızlar olmadığı gibi baştan çıkarılacak kadın da kalmamıştır, örnek olarak, bugünkü müstehcenlik, [Marquis de] Sade’ın yazdıklarından, çok başka bir anlam taşıyor. Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran Sade son derece dramatik bir kişiydi. Bu yüzden onun yazıları, insan bunalımlarının bir patlamasıydı. Onun kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır. Oysa çağdaş anlamda aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir. İnsanın sağlıklı bir açıklaması değil, tersine, aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlayan belgelerdir. Boşanmak, artık bir yengi olmaktan çıktı. Boşanmak, kurulmuş bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden çok, erkeğe ve kadına daha özgürce seçim hakkı tanıyan bir kolaylık gibi görülüyor. İdeal bir toplumda, boşanmanın tek tüzel nedeni, aşkın sona ermesi, ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması olabilir. Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma -tıpkı fahişelik, hafifmeşreplik ve zina gibi- çağdışı bir olay sayılacaktır."
Octavio Paz - (Yalnızlığın Diyalektiği / Yalnızlık Dolambacı)
Çeviri: Bozkurt Güvenç
|
Chile, Valparaiso, Café, 1963, by Sergio Larrain |